19 Ocak 2009 Pazartesi

TANZİMAT DÖNEMİ EĞİTİM SİSTEMİ



İçtimai kültürü nesilden nesile aktarmayı iş edinen eğitim insanlık tarihinin başlangıcından beri vardır. İnsanlardan ilk öğrenen ve öğreten, ilk peygamber Hz. Adem’di. “Peygamberler olmasa medeniyet olmazdı” hakikatinden hareketle her devir ve zaman ihtiyacına nisbeten bu ilim, irfan, hakikat ve ahlâk timsalleriyle karşılaştı. En son Peygamber Allah'ın Resulü. Ondan sonra bu mânânın kuşanıcıları hakiki veliler. Tarih fedakarlık kelimesinin en üst noktasında insanlığa hizmeti bu insanlardan öğrendi. Eğitimin sosyolojik tarihi bu dikkat üzere ele alınmalı. Türk eğitimin tarihine bakacak olursak:

Orta Asya Türklerinin, göçebe hayatları içinde uyguladıkları eğitim, aşiret geleneklerinin gençlere benimsetilmesi ve tabiat şartlarına gereğince uyulması şeklinde oluyor, savaş ve akın hayatının ihtiyaçlarına cevap veren silah, spor, binicilik, avcılık, hayvancılık bilgileri nesilden nesile görgü yoluyla aktarılıyordu. Türklerin İslamla şereflenmesinden sonra yerleşik hayata geçen Türkler dini eğitimle ve İslami eğitim kurumlarının etkisiyle yetiştirildiler.19 yy ortalarına kadar Osmanlıda eğitim kurumları medreseler, enderun mektebi, mahalle ve sıbyan mektebleridir. Medreseler imparatorluğun en önemli eğitim kurumu idi. Yöneticiler, alimler kadılar vs hep bu müesseselerden yetiştirilmekteydi. Sıbyan mektebleri bugünkü ilköğrenim ihtiyacını karşılayan ve 4-11 yaşları arasındaki kız-erkek karışık eğitime tutulduğu vakıf okullarıdır. Enderun mektebi devşirme diye adlandırılan Hıristiyan çocuklarının eğitildiği yerdi..

Tanzimatla birlikte başlayan eğitimde yenileşme, ileride ihanet odakları olarak anılacak bir batılılaşma hareketiyle paralel gider. Önce Bahrı Humayun, ardından Rüştiye ve İdadiler. Buralarda eğitim verenlerin çoğu Avrupa’dan getirilen ve ordudan ayrılmış kişilerdi. Medreseleri ihya etmektense yeni bir kurum oluşturarak reform hareketi daha kolay gerçekleştirilirdi. Fransız etkisinde ki bu okullar (Galatasaray Sultanisi Mektebi Mülkiye vs ) memur yetiştiren ilk kurumlardı ve tamamen parasızdı. İlk bürokratlar sınıfı, bu kurumlarda yetişenlerin devletten başka iş alanı bulamayışından doğar. Sıbyan mektebleri modernize edilmek istenir, yeni dersler eklenir ancak gerekli verim alınamayınca yeni mektebler açılır ve batılılaşma ihanetinde artık geri dönülemeyecek bir adım atılmıştır. Eğitim eşitliği bozulmuş ve Mektebi iptidai adıyla açılan okullarda varlıklı ailelerin çocukları okumaya başlamışlardır. Ki bu okulların aldıkları eğitimin tamamen Fransız eğitim anlayışının etkisinde olduğunu söylemeye gerek yok. Meşrutiyetle birlikte İslami anlayıştan uzaklaşma gittikçe derinleşir. İstanbul’daki öğretmen okuluna Alman profesörler getirilir, kızlar için İnas Darül-fünunu açılır(1912) ve dini öğretimi laikleştirme çabaları açık açık başlar.

Cumhuriyet dönemi eğitimde yabancılaşma-batılılaşma düşüncesinin önceki eğitim sisteminin reddine varacak derecede benimsendiği dönemdir. Tevhidi tedrisat kanunu(1924) çıkarılarak öğretim birliği adı altında medreseler kaldırılır. Dini eğitim yerine laik eğitim benimsenir. 1927 yılında Arapça ve Farsça öğretimi ortaokul ve lise müfredatından çıkarılmış ve din dersi eğitiminin laik okullarda okutulamayacağı ve anayasaya aykırı olduğu beyan edilmiştir. Yüksek diyanet uzmanları yetiştiren İlahiyat fakültesi ve İmam-Hatip yetiştiren İmam-Hatip okulları (ki o zaman 26 adettir.) iktidarın laik baskıları karşısında fazla tutunamaz. 1934’de İlahiyat fakültesi kapatılır ve yerine İslam incelemeleri enstitüsü kurulur. İmam-Hatip okulları ise 1931 yıllarında ilgisizlik ve parasızlık bahanesi ile kapatılır. 1946’da siyasi konjüktörün değişmesi ile İmam Hatip Okulları ve Yüksek İslam Enstitüleri yeniden açılır. Sayıları 1951’de 7, 1969’da 69, 1993’te 390 kadardı. Bu zaman dilimi içerisinde sürekli siyasi baskı ve istismar aracı olarak kullanılmış ve 28 Şubat süreci diye adlandırılan İrtica paronayasının ayyuka çıktığı demlerde ise kapatılmaktan beter hale getirilir. Tanzimat’la birlikte başlayan süreç böylece tamamlanmış olur. Benimsenen sadece laik eğitim değildir, harf inkılabı yapılır, eğitimde tek kitap kullanımı esas alınır, latin alfabesi kullanımı yaygınlaştırılır. Giyimden sanata, yürüme ve oturma biçiminden yemek yeme ve konuşma adabına kadar yerli ne varsa batılı olanla değiştirilir. Değişime karşı çıkanlar çeşitli bahaneler ve uydurma suçlar ile yargılanır ve cezalandırılır.

Harf inkılabında ileri sürülen bahane 75 yıl boyunca kemalist güruh tarafından pişirilip pişirilip tekrar edilecek olan, öğrenilmesinin zor ve Arap harfi oluşuydu. Oysa hem estetik, hem de zenginlik bakımından dünyanın en zengin dili Arapça idi. Harf inkılabı ile yapılan sadece harflerin değişimi değil bin yıllık bir kültürel mirasın reddiydi... Yeri gelmişken Üstad’ın yıllardır sağır kulaklara fısıldadığı bir suali tekrar etmekte fayda var. “İsmine Arap harfleri denilen, tam on asır Türk medeniyet kadrosunun ifade unsurunu teşkil etmiş ve on asırlık milli irfanın temeli mevkiinde bulunmuş harfler, hakikatte sadece ve kavmi manada Arap harfleri midir, yoksa kavim üstü bir mânâ ile İslam harfleri mi?

Kavim üstü, külli bir şumülle bütün mü’min beşeriyete atfedilip edilemeyeceği bir ilim meselesi olan harflere Arap harfi ismini vermek mümkün oluyor da doğrudan doğruya ve münhasıran Latinlerin malı olduğu ilmen sabit harflere nasıl Türk harfleri denilebiliyor.”(1)

Eğitimde eğitici ve vasıflı insan eksikliği, uygulamaların ve inkılapların! uzun süre hayata geçirilmesini zorlaştırmış ve yer yer dünya tarihine traji komik eğitim anlayışı şeklinde yazılacak olaylar gerçekleşmiştir. Medreselerde yetişmiş birçok alimin ipte sallandırılması ve yüzlerce aliminin ülke dışına sürülüşü eğitimdeki vasıflı insan eksiğinin artmasına sebeb olmuştur. T.C ise askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapanları köylerde öğretmen yapmıştır. Bu öğretmenler sadece çocukları değil yetişkinleri de eğiteceklerdi. Köy eğitmenleri adı verilen bu öğretmenler ileride köy enstitülerinin de fikir ve ilham kaynaklarıdır. Köy Enstitüleri ve halk odaları (daha sonra halk evleri) sadece köylerde eğitim faaliyeti yürütüyorlardı. Batılılaşma ideali, batı mandası altında devam ediyor ve devrin imtiyazlı sınıfı İstanbul ve İzmir’de yabancı okullarda öğrenimini sürdürüyordu. 13 milyona varan Anadolu insanı ise bir anda kendini cahil bırakan harf devriminin içinden çıkmaya çalışıyor, bir yandan yenilenen giyim, ahlâk, düşünüş meselelerine uyum sağlamaya çabalıyordu. On yıllar geçiyor eğitimde devrim yapma idealli kafalar bir milleti toptan iğdiş etmenin zafer naralarını atıyorlardı. Çeşitli zamanlarda toplanan milli eğitim şuralarında alınan kararlar uygulanan programı değiştirmekle kalmıyor, bir önceki sistemi tamamen reddedebiliyordu. Kız ve erkek yurtları birleştiriliyor aynı oda içerisinde kız ve erkek çocuklar istihdam ediliyordu. Sinema, radyo vb. telkin vasıtaları kullanılarak halka empoze etmek istedikleri laik batıcı anlayış hedefini bulamayıp halk tarafından kabullenilmeyince iş zorlaşıyor, mecburi eğitim adı altında başta kız çocukları olmak üzere çocuklar ailelerinden koparılıyordu.

Edebiyat ve sanat alanlarında yapılanlar da ilginç bir durum arz ediyordu. Sömürgelere has bir anlayışla okullardan türk musikisi dersi kaldırılmış yerine batı müziği dersi konulmuştu. Bu o kadar ileri götürülmüştü ki 1939 yılında açılan Gazi Eğitim Enstitüsü bölümünde Türk musikisi dersi verilmediği gibi, güzel sanatlar akademisinde uygulanan programlarda da Türk sanatlarına (mimarî, tezhip, nakış) yer verilmedi. 1933’te faaliyete geçen Ankara Devlet Konservatuarında Türk müziği dersi verilmedi. Okullarda batı müziği tarihi, batı edebiyatı tarihi, batı felsefe tarihi okutulmaya başlanıldı. Müslüman fikir ve sanat adamlarından hiç bahsedilmedi, yıllarca yok sayıldı. Milli eğitim ayrıca ne kadar batılı eser varsa tercüme etmeye başladı ve bu eserleri okullarda yardımcı eser olarak okunmasını mecburi tuttu. Hamlet’in kimin eseri olduğunu bilmeyen sınıfta kaldı, Auguste Comte’yi bilmeyen cahil kabul edildi.

Varsa yoksa Batıydı. Yunan felsefesi, Roma hukuku, Hristiyan ahlâkı; bu üçlü yaşam biçimini teşkil eden bütün unsurları barındırıyordu. Öyleyse yapılması gereken bunların hayata geçirilmesiydi. Adı ne olarak anılırsa anılsın (ittihat ve terakki, batılılaşma, çağdaş uygarlık düzeyi, Avrupalılaşma ve son raddede kemalizm) temel gaye bu idi. Avrupa’dan öğretmenler getiriliyor ve bir zaman sonra devletin ileri kadrosunda yer alacak olanlar yetiştiriliyordu. Tanzimat’la birlikte kurulmuş yabancı okullar ve benzeri Türk okulları Cumhuriyetle birlikte gözde okullar olmuş ve varlıklı zengin kesimin çocukları bu okullara gitmeye başlamıştı. Galatasaray sultanisi ve daha sonra Boğaziçi üniversitesine dönüşecek olan Robert koleji bunlardan biridir. Ki Robert kolejinin, Fatih’in İstanbul’u fethetmek için kurduğu hisara nisbeten kurulduğu malum. 1800’lerde başlayan Avrupa’ya eğitim için öğrenci gönderme Devlet ve milletine yabancı, İslam ahlâk ve nizamına düşman, kendi yerli kültürüne küskün aydınlar yetişmesine sebeb oldu. Fildişi kulelerine çekilip, kendi milletini aşağılama, kendi kültürünü horlamaya başladılar. Bunlar yazar (şinasi) devlet adamı (Mustafa Reşit, Fuad paşa, Mithat Paşa ),vezir oldular. Günümüzde yabancı okullar hala ünlerini sürdürmektedirler. Amerikan koleji, Robert koleji, İngiliz lisesi St Joesph, Alman lisesi, Talas Amerikan Koleji, Arnavutköy Amerikan koleji, Özel Gökdil Koleji, Fransız Saint Benoit Lisesi, Fransız Dame de Sionne sadece bunlardan bir kaçıdır. Misyoner okulları denilen bu okullar, öyle hemen aklımıza gelen Hristiyanlık tebliğcileri diye anlaşılmamalı. Kendi ülkelerinin teknoloji, kültür ve dil misyonerliğini de yapmaktaydı bu okullar. Zamanla davranışlar değişmiş, dilimize Fransızca, İngilizce yeni kelimeler girmiş, batılı fikir adamlarının eserleri vasıtası ile düşünme biçimi ve mantık kurguları değişmiştir. Dün mantıksız ve ters gelen bugün artık normal karşılanıyordu. Batılılaşma eğitimi sadece okullarda sürmüyordu. İşyerinde, giyimde, ticarette ve ahlâkta da belirgin şekilde görülüyordu. Çeşitli umumhaneler batılılar tarafından işletiliyor ve sermaye olarak kullanılan kadınlar da ilk zamanlarda ermeni, yunan, bulgar şeklinde seçilirken (1950 ye kadar) zamanla müslüman kadınlar kullanılmıştır. Faiz, hırsızlık, zina suçu, ilgili kanunların yaptırım eksikliğinden dolayı alabildiğine artmış ve radyo sinema gibi telkin vasıtaları ile kadın bir meta ve cinsel sömürü aracı olarak sunulmuştur. Yeni sistem ayyaş ve cinsel sapık bir erkek egemen toplum oluşturmuştur. Bunun sebebi malum çehresiyle T.C eğitim sistemidir.



T.C vatandaşını eğitmekte ki amacını şu şekilde açıklar.

Her Türk çocuğuna iyi bir vatandaş olmak için gerekli temel bilgi, beceri,davranış ve alışkanlıkları kazandırmak; onu milli ahlâk anlayışına uygun olarak yetiştirmek;

Her Türk çocuğunu ilgi istidat ve kabiliyetleri yönünden yetiştirerek hayat ve üst öğrenime hazırlamaktır.(1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanun, Madde : 23)



Milli ahlâk nedir? Bu soru yeterince cevaplanmamış ve Refah Partisi’nin Milli Görüş tekerlemesinden daha vahim bir hale düşmüştür. 1920-1940 arası dönemlerde bunun içi İslam ahlâk ve yaşam biçimin çalınarak doldurulmuş, ancak geçen zaman boyunca, ikili ilişkilere dayanan ve hukuki olarak sorumluluk addeden davranışlar ön plana alınarak hazırlanmaya başlanmıştır. Okullarda yabancı dil derslerinin mecburi kılınması, derslerde yardımcı kitap olarak batılı eser kullanılması, batı müzik ve resim sanatının ders olarak verilip, İslam ve Türk sanatının derslerden çıkarılması ne kadar milli idi? Yabancı dil, bütün okullarda ve mecburi tutulacak kadar niçin gerekli idi? Batılılaşma Türk Dili’ni de yabancılaştırmak istiyordu. Öyle de oldu. Sömürgelere taş çıkartacak bir çabuklukla benimsendi bu yabancı dil eğitimi. Yeri gelmişken, sömürgecilik meselesine, bizi ilgilendiren yönüyle bir bakalım.



“Sömürgecilik üç yönlü bir eylemdir :

Askerle işgal, siyasi sömürgecilik. Buna bağlı ve ya bağımsız,

Ticaret sömürgeciliği,

Kültür ve dil sömürgeciliği.



Bir milletin başka bir millet yönetimine hakim olması, bir milletin başka bir millete neyi nasıl yapacağını buyurması, yasalarını kendinin, yani sömürgecinin isteklerine göre düzenlemesi nasıl siyasi sömürgecilik ise; bir milletin başka bir ülkenin üretim kaynaklarına, alışverişine, genel anlamda iktisadi faaliyetlerine, şu ya da bu yolla hakim olması, daha çok kendi çıkarına uygun genel biçimde düzene koyması, işletmesi nasıl iktisat sömürgeciliği ise, bir ülke yada belli bir ülkeler topluluğu kültürünün başka ülkeye hakim kılınması, bu yabancı kültürün usulleriyle, onun sanat gelenekleriyle sanat anlayışına, örneklerine benzer ve uygun biçimlerde değerlendirilmesi de kültür sömürgeciliğidir. Bu tür sömürgeleşme ortamı bir milletin yurttaşlarının kendini milletine, toplumuna bağlayacak olan özdeşlik duygularının gelişmesini, dolayısıyla sadakat bağlarının oluşmasını daha doğuşta boğup öldüren, ferdin toplumuna yabancılaşmasında en büyük payı olan etkendir. Kültür sömürgeciliği de aracılarına siyasi-iktisadi sömürgeciliğin sağladığından daha azını vermez; bir bakıma daha çok verir. Üstelik denebilir ki en önemlisi, siyasi-iktisadi sömürge aracısının durumunun tersine, kültür sömürgeciliği aracısına önce kendi ülkesinde, sonra da aracılığını ettiği kültürün temsilcisi olduğu ülkelerde saygınlık ün, sözde sanat, fikir, hatta bilim adamlığı ünü, ululuğu sağlar. Çünkü ne türlü yorumlanırsa yorumlansın, siyasi sömürge aracısı buyrultusunda olduğu milletin kuklası, iktisat, para sömürgesi aracısı, diye tanımlanıp anılmaktan yakasını kurtaramaz. Oysa, kültür sömürgeciliğinde aracı ışık tutucu, aydınlatıcı, yol gösterici, ilerici ve kurtarıcı, milletin hizmetinde bir kişi diye yüceltir. Kültür sömürgecisinin kendi gibi milletine tepeden bakar; onun her yaptığı basit, değersiz ilkel ve hor görür; onlara vazgeçilmesi, atılması gereken, utanılacak davranış örnekleri; kültür ürünlerine çirkin, adi, en azından modası geçmiş, çağdışı, ilkel biçim ve örnekler gözüyle bakar. Bu görüşü herkese yaymaya, aşılamaya, bu yönelimini bütün millete benimsetmeye, yani, bütün milleti kendi özüne yabancılaştırmaya çalışır. Çünkü ona değer, para, ün getiren her şeyin temeli bu çaba ile pekiştirilecek, sağlamlaştırılacaktır.” (2)

Anadolu’da ilk üniversite Darul-Fünun adıyla İstanbul’da Osmanlılar tarafından 1863 yılında kuruldu. Daha sonra 1933’te İstanbul üniversitesi adıyla yeniden teşkilatlandırıldı. Bunu diğer üniversiteler kurulması izledi ve günümüze kadar gelindi. İlahiyat fakülteleri ise 1933’te kurulan İslam ilimleri enstitüsünün 1936 lağvedilmesinden sonra 1949’da ihtiyaç nisbetinde din adamı! yetiştirmek amacıyla yeniden kurulmuştur.

Üniversitelerde doçent, profesör, asistan olarak adlandırılan öğretim üyeleri tezlerinde tercümecilik dışına çıkamamışlardır. Ya bir adamın bir görüşü üzerine etraflıca bilgi toplamış ya da tercümeci ve mevzu edindiği şeye dair bir keyfiyet belirtmeyen türden oluşlar içinde bocalamışlar ve belirli bir alanın sınırları içinde kalmışlardır. Ki bu alanlarda bile taklitçilik ve takipçilikten öteye geçememişlerdir. Üzerinde en çok tez hazırlanan konular; Ziraat ve ormancılık, matematik ve fen bilimleri sağlık bilimleri ve sosyal bilimlerdir.

Yine bu doktora meraklısı güruhun para düşkünlüğü ve makam hırsı ahlâk, din, eğitim, not istismarına kadar varmıştır Örneklerini bolca duyduğumuz, sınıfını geçmek için hocasıyla cinsel ilişkiye giren ve hocasının tacizlerine ses çıkarmayan kızlar, ya da birkaç bin markla sınıfı geçebileceğini bilen birinin, hocasına bunu rahatça verişi ve hocasının alışı, doktorasını tamamlamak isteyen öğrencilerin kişilik ve ahlâk bakımından bir keyfiyet belirtmeyen ipsiz sapsız güruhun elinde mahkum oluşu ve çıkışı için, yalakalık ve kendini her çeşit istismara açık bırakmasından başka çare bırakılmayışı T.C üniversitelerinin ruh dünyasını göstermektedir. Dindar veya kemalist hiçbiri bu çizdiğimiz resmin dışında değildir. Başörtülü kızları üniversite kapısına bırakacak tebliğleri okurken “bakın ben sadece bunu okuyorum.” deyip sorumluluğu üzerinden attığını zanneden ve maşa olarak kullanıldığının bile idrakinde olmayan bu zatların, iki kadın görmesinde, üç iltifat yemesinde, bir makam teklifinde nasıl bir ihanet çukurunda debelendikleri herkesçe malum. Oysa beklediğimiz nizamın ölçülendirdiği üniversite profesörü ne muhteşem çizgilere sahiptir. “Eser ve şahsiyet sahibi olmayan,Üniversite profesörü olamaz. En küçük ahlâkı zaafı olan Üniversite profesörü olamaz. Üniversite profesörü, kendini mücerret ve arayıcı ilim ve tefekküre hasretmiş büyük münevver olduğu için, başka hiçbir işle uğraşamaz. Üniversite profesörü, tam ve mahalli şahsiyet sahibi olmanın ve cemiyet içinde üstün insanlara mahsus bir hayat, seviye ve eda yaşatmanın bütün mükellefiyet ve icaplarını ifade edecektir.”(3)

Osmanlı’da vakıf sistemi esas alınarak açılan okullar parasız eğitim veriyordu. Ancak Osmanlının son dönemiyle birlikte (batılılaşmayla paralel giden eğitimde yabancılaşmanın başlangıcı olan Tanzimat Fermanı ile birlikte) vakıf gelirleri azaldığı için eğitim devlet için bütçeye büyük bir yük oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitim masraflarını karşılama adı altında halktan “Masarifi Mecbure” vergisi toplanır. Ancak halk buna ilgisiz kalır ve karşı çıkar. 1927’de okul masrafları kazanç, yol ve arazi vergilerine yapılan eklemelerle gizlenerek halkın direnci ortadan kaldırılır. İleriki safhalarda sanat okullarında üretilenin satılması, özel idarelerin desteklemesi ile bütçeye katkı sağlanmıştır. Günümüzde ise harç, eğitime katkı payı, bağış adı altında eğitim giderleri velilerin sırtına yüklenmiştir. 8 yıllık kesintisiz eğitim hikayesi ile çeşitli eşya ve iş takiplerinde %2’den başlayan %18’e varan eğitime katkı payı(vergisi) alınmaktadır.

Başyücelik Devletinin teklifi bu açıdan mühimdir. “Üniversitelerimizdeki tedrisat tamamen parasız olacak ve yeni eski misallerde görüldüğü gibi “derslere devam harcı”, “kayıt harcı”, “imtihan harcı” vesaire namiyle talebeden alınan güya harç ve haraçlara paydos denilecektir. Böylece sırf gelir menbaı olsun diye sınıflara yığılan binlerce talebenin maddi ve manevi felaketi önlenmiş olurken, yine gelir kaynağı teşkil etsin diye başvurulan hatta profesörlerin cebine kadar para intikal ettiren, talebeyi haksızca çaktırma ve sınıfta bırakma şekavetinin önüne geçilecektir.”(4)

Eğitim harcamaları söz konusu olduğunda birçok OECD ülkesi içinde eğitime ayırdığı kaynak eğitime verdiği önem bakımından GSMH’nın %2.5 ile en sonlarda gelmektedir. Diğer ülkelerde T.C’nin ayırdığı miktarın 2-3 katı kaynak tahsis edilebilmektedir.

Günümüz eğitim sistemi tam bir keşmekeş içindedir. Tevhidi tedrisat kanunu rafa kalkmış ya da sadece İmam Hatip Liseleri ve Kuran Kursları için kullanılır olmuştur. Özel yabancı okullar, Adalardaki papaz okulları, özel ilkokul ve liseler, Vakıf Üniversiteleri, birbirine karıştırılmış haliyle Süper liseler ve normal liseler, Anadolu liseleri, Fen liseleri, Meslek liseleri, normal liseyle hiçbir farkı olmayan işlevsiz ve amacına yabancılaşmış Sağlık Meslek liseleri ve Öğretmen liseleri, Endüstri Meslek Liseleri, Çıraklık Eğitim Merkezleri, Halk Eğitim Merkezleri, üniversitelere girmek için düzenlenen sınavın(ÖSS) elemede kullandığı usul ve elediği milyonlar ve bundan öte dershaneler Türk Milli eğitim sisteminin karmaşıklığını göstermeye yeterde artar da. Okul yapamıyor, güvenlik sağlayamıyor taşımalı eğitim adı altında 6-12 yaşları arası çocuklar oradan oraya taşınıyor. Öğretmen eğitemiyor, eğittiği öğretmen yeterli gelmiyor. En basitinden Sınıf öğretmenliğinde yüz binlere varan ihtiyaç ancak yılda beşbin öğretmen yetiştirilerek kapatılmaya çalışıyor. Bu mevzuya dair kısa bir tarih gezintisi yaptığımızda ortaya çıkan Cumhuriyet öncesi dönemden devralınan 7'si kız 13'ü erkek olmak üzere 20 Öğretmen Okulu çeşitli evrelerden geçerek ve sayılarını 1974-75 öğretim yılında 89’a çıkararak Cumhuriyetin ilk 50 yılında ilkokulların temel öğretmen ihtiyacını sağlamaya çalışmışlardır. 1940 yılında 3803 sayılı kanunla köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek amacıyla ilköğretim üzerine beş yıl eğitim veren Köy Enstitüleri kurulmuş, 1953 yılında kapatılmış ve 6 yıllık İlköğretmen Okulu adı altında yeniden düzenlenmiştir. Sonraları bu okullarda öğretmen yetiştirme, işlevini yitirmiş ve yerlerine çoğu eski ilköğretmen okulu binalarında olmak üzere lise üstü iki yıllık Eğitim Enstitüleri açılmıştı. Yeni kurulan iki yıllık Eğitim Enstitülerinin sayısı 1976 yılında 50'ye ulaşmış ancak “teknik eğitime geçiş” gerekçesiyle 1980 yılına kadar bunlardan 30 tanesi kapatılmıştır. Eğitim sistemini Hallaç pamuğuna çeviren batılı ve batıcılar Eğitim Enstitüleri vasıtasıyla 1975-1980 yılları arasında öğretmen ihtiyacını, siyasi olaylar ve baskılar sonucu "hızlandırılmış eğitim" yoluyla sağlamaya çalışmışlardır. 45 günlük eğitimle binlerce insan öğretmen olarak sınıflara sokulmuşlardır. Böyle bir şey sadece T.C’de mevcuttur. Bu arada hiçbir mesleğin vekili yokken öğretmenliğin vardır. Vekaleten doktor, vekaleten hakim, vekaleten polis duyulmuş değil, Ama vekaleten öğretmenlik mevcut. Kemalistler doğuyu (İslam ve Asya kültürünü) reddettikleri için ne doğulu kalabilmişler, batıyı tam anlayamadıkları ve prototip olarak millete benimsetemedikleri içinde batılı da olamamışlardır. Dolayısıyla ortaya bir eğitim tarzı koymalarına rağmen bu ne doğu ne de batılı idi. Nidüğü belirsiz bir karmaşadan ibaretti. Eğitimde usul-tarz insani oluş açısından eğitimi verilecek olan şeyden öncelikli öneme sahiptir. Çünkü “Eğitim tarzının insan etkisi, toprağın ve tarım tarzının bir bitkiye etkisiyle karşılaştırılabilir: Örneğin <çuha çiçeği, fidandan yetiştirilirse, aynı renkte olan çiçekler elde edilir; halbuki bu bitki, kendi tohumundan yetiştirilirse, birbirinden çok farklı renkte çiçekler açar. Gerçi doğa ona asıl “gelişme çekirdeği”ni tohumla birlikte vermiştir. Fakat bu çekirdeğin gelişmesinde bitkinin alacağı renkler, ona uygulanacak tarım tarzına göre değişir. İşte aynı şey insan dünyasında da olup bitmektedir.”(5)

Siyasi arenadaki her kadro değişimi eğitim programının da baştan sona yeniden değişmesi demekti. Sosyal olaylardaki her batılılaşma karşıtı hareket ve oluş, yükselen değer haline dönüşünce eğitim baskı unsuru ve aracı olarak yeniden düzenlenir oldu. Öğrenciye kazandırılacak davranışlar İslam’a dayalı kültürlerden alınır ama asla İslam’a yer verilmez. Parça parça hakikatlerle kendi rengini ve fikrini oluşturmaya çalışır. Pozitivist bir eğitim anlayışı sunar. Ama uygulama, marksist, islamcı, liberal düşünceler arasında gerçekleşir. Sinemadan müziğe, edebiyattan felsefeye kemalist ve batıcı olarak bilinen tek bir adet bile ilim otoritelerince makbul görmüş eser, icad, teklif yoktur. Yer yer kendinden zuhur ederek çeşitli buluş ve esere imza atmış halktan birileri ise bu eğitim siteminde yetişmiş, hadımlaşmış öğretim üyeleri doktorları, mühendisleri tarafından ya aşağılanmış ya da hor görülmüştür. Misalleri sayısızdır. Ki zakkum ağacından kansere ilaç yaban adama karşı girişilen linç harekatını hatırlayın. Adam şimdi Amerika’dan aldı patentini. Ki sadece bunlar değil binlercesi mevcut. Sömürge ülkelerin genel karakteristiğidir bu. Sömürgecinin kendi dışında gerçekleşecek, kendi imzasını taşımayacak her iş ve oluş yerli işbirlikçileri ve tetikçileri vasıtasıyla ademe mahkum edilir, küçük düşürülür, boğulur.

Sömürge eğitimden tek kurtuluş yolu vardır o da Başyücelik Devleti’nin ‘Hepçi ve İnsan Merkezli” eğitim sistemine geçmektir. Bu eğitim siteminde temel prensip “Keyfiyetçilik ve Şahsiyetçilik”tir. “Nabzında, maddi ve manevi her verimin ana cevherine nüfuz etmek kaygısı çarpan keyfiyetçilik, her şeyin, saf halis, gerçek ve daimi cephesini arar; ve saflık, halislik, hakikilik ve daimilik çizgilerinin kurduğu dört köşe çerçevededir ki keyfiyetin tecelli planını bulur. Ruhçuluk, ahlâkçılık, milliyetçilik cemiyetçilik nizamcılık, müdahalecilik, sermaye ve mülkiyette tedbircilik diye isimlendirdiğimiz dokuz ölçüden her biri, her birine bağlı olduğu gibi, keyfiyetçiliğimiz de ölçülerimizden teker teker hepsine ve hususiyle şahsiyetçiliğimize ilişik.”(6)

Bu mânâ çerçevesinde dikkate alınacak bir başka hakikat de şudur: “Yeni yetişen nesillerin, henüz görüş tarzı yoktur. Onlara belli bir görüş tarzı ve bunu yöneten bir değer duygusu kazandırmak gerekir. Fakat bunu sağlayacak olan eğitim sistemi, bu değer-gruplarından yalnız birisine değil; her iki değer grubunun birliğine dayanmalıdır. Çünkü hakiki bir gelişme, ancak her iki değer-grubunun hesaba katılmasıyla gerçeklik kazanabilir. Örneğin sadece maddi değerler, araç-değerler, aşırı bir materyalizmin temel atmasına neden olur; sadece yüksek değerlere, ideallere yönelen bir kuşağın ayakları bu dünyaya basmaz; havada kalır. Üstelik gerçek hayat böyle bir eğitim sistemini yalanlar. Bu nedenle eğitim, hem maddi, hem de ideal etkenleri hesaba katmalıdır.” (7) İyi, doğru ve güzeli insana keyfiyet belirtici tarzda mal etmek ve çirkin, kötü, ahlâki olmayan ne varsa varlığını muhafaza edip insanı ondan uzak tutmak. “Çirkin ve kötü ayırdedici vasıftır. Ayırdedici vasıf; ölçüler zinciridir.” Bu çerçevede “Her şey zıddıyle kaim” ölçüsü hatırlanmalı.

Eğitimde eşitlik denilince tarafımızca anlaşılan, devletin sunduğu imkanlardan herkesin yararlanması mânâsınadır. Yoksa herkes istidat ve yeteneğine bakmadan rastgele eğitime tabi tutulmaz ve bu hakkı talep edemez. Bu mânâ çerçevesinde T.C’deki eğitim eşitliği; sunulan imkanların herkese hitap etmemesi, varlıklı ailelerin batıda ve şehirli olan çocukların daha iyi okullarda okuduğu bozuk bir düzen şeklinde görünüyor. Özel İlkokul, Özel Lise ve Dershaneler şeklinde beliren ve tamamen varlıklı kesime hitap eden okullar iki kesimi kılıçla kesilmiş gibi birbirinden ayırıyor. Varlıklı kişinin çocuğu aldığı eğitim ve özel öğretmen veya dershaneler sayesinde daha sosyal kurumların en üst kesiminde görev alacak niteliklere kavuşuyor ve kendini mevcut varlık sınıfın dışına çıkarmıyor. Varlıklı ailelerin, imtiyazlı sınıfların elde ettiği bu hak, öğrenciye daha fazla hürriyet ve teşebbüs imkanı sağlamakta ve öğrenciyi öğrenme süreci boyunca aktif kılmaktadır. Bu durum sıradan okullarda, ekonomik zorluklar içinde okuyan öğrenci için çok farklıdır. O eğitimde yeterli araçtan yararlanamıyor, teknolojik oluşumlara kapalı kalıyor, ders içerisinde kendini aktifleştirecek ortamı bulamıyor ekonomik sıkıntıların getirdiği yeni sorumluluklar derse ilgisini dağıtıyor ve bulunduğu alt grub mesleklerinin dışında meslek edinemiyor. Sistem kısmen buna parasız yatılı, burslu öğretim şeklinde önlem almaya çalışmışsa da talep-arz dengesi içinde bu okullara gidenlerin sayısı 3-5 kişiyi geçmemiştir. Sadece bu yönde bir eşitsizlik yoktur. Öğretmenlerin paylaşımında batıdan doğuya, şehirden kırsala, özelden resmiye doğru bir kalite kaybı vardır. Batıda her branşta ayrı ayrı öğretmen (aynı zamanda tecrübeli) varken bu yukarıda bahsettiğimiz sıralama üzerinde gittikçe azalır ve düşer. Ankara ve Hakkari örnekleri üzerinde durursak, Ankara merkezdeki öğretmen ile Ankara merkezinde özel okuldaki bir öğretmen arasında ki fark, biri nitelik ve üretim açısından tercih sebebi, diğeri sıradan; Ankara köyü ile merkezinde de aynı ilişki mevcut. Bu paylaşımda en büyük adaletsizlik doğu ile batı arasındadır. Hakkari’de merkezde lisede öğretmen sıkıntıları had safhadayken Ankara’da yığılmalar mevcuttur. Hakkari’de köyler öğretmen yüzü görmezken (ki mevcut olanlar yeni ve tecrübesiz olanlardır) Ankara’da köyler öğretmen doludur. Sınıfların kalabalıklığı, kullanılan araçların nitelik ve sayısı, gelir düzeylerinin düşüklüğü yüzünden eğitim için arzu edilen kitap, kalem, defter vb ihtiyaçların karşılanamayışı mevcut eşitsizliğin çeşitli yönlerini göstermektedir.

Eğitim planı ile iktisadi ve sosyal kalkınma planları ayrı düşünülemez. Ancak Türk milli eğitim sistemi bu özelliği hep arka planda tutmuştur. Üniversitelere baktığınızda bu mânâda hedeflenen bir program olmadığı görünür. Tıp, eğitim, teknik uzmanlık alanlarında ihtiyaç had safhada olmasına ve iktisat, maliye, ziraat gibi alanlarda ise ihtiyaç fazlası eğitim yapılmasına rağmen T.C bu yönde hiçbir önlem almamış ve almamaktadır. Ülkenin doktora ve nitelikli eğitimciye ihtiyacı önemsenmemiş, milyonlara varan gencin emeği, zihni aktivitesi istismar edilmiştir. Eğitimde yabancılaşma burada, kendini eğitim ve öğretimi yapılacak bölümlere yasak ve sınırlama getirecek kadar ileri noktadadır. Yukarıda değindiğimiz sömürü, üretim mekanizmalarının ele geçirilmesi ile sınırlı olmayıp, üretici zekaya sahip zihinlerin devşirilmesi şeklinde de (Amerika’da ihtisas, yüksek ücretlerle yabancı şirketlerde görev alış vb) kendini göstermiştir. Son yüz elli yıldır yaşanan batıda eğitim ve çalışma ile ortaya çıkan sonucu önceki paragraflarda “yabancılaşma ve ihanet” şeklinde işaretlemiştik.

Dünya Bankası destekli, “eğitimde teknoloji kullanımı” şeklinde son on yıldır uygulan bir program var. Eğitimli kullanıcı ve teknik servis yetersizliğine rağmen, tv, video, bilgisayar, projeksiyon aletleri sayıları on binleri aşacak şekilde eğitim kurumlarına alındı. Mevcut aletlerin benzerlerinin ve belki de daha gelişmişlerini, askeriye, hastahane ve emniyet gibi kurumlara alındığı da düşünüldüğünde ülke gelirlerinin nerelere hangi şartlarda peşkeş çekildiği görülür. Eğitim sistemi bir çiviyi bile üretecek adam eğitememektedir. Az buçuk istidatlı kafaları ise kendileri gibi hadım etmektedirler. Bu hadımlaştırma en çok üniversitede yürütülmektedir. Baskı, aşağılama ve korkutma bu hadımlaştırmanın başlıca metodudur. Gerçi bu ta ilköğretimden başlamakta ve tüm halkı kuşatmaktadır. Şöyle ki: İlköğretimden başlayan dayak, tehdit faslı, lisede şiddete dönen tepki, okuldan atılmak ve sınıfta kalmak gibi kaygılar, polisle tanışmak ve öfkesini ya yutarak ya da tepkisini derinleştirerek şahsiyet erozyonuna uğramak ilk-lise eğitimi boyunca yaşanan şeyler. Vatandaş askere gidince bir başka sıkıntı, memur olunca bir başka sıkıntı. Temelde gerçekleşen şey hadımlaşma, dumura uğrama. Kişilik yok, şahsiyet yok. Sağlıklı düşünme fonksiyonundan mahrum bir mantık ve anlayış. Doğru ve yanlış artık hakim unsurun sesine bağlı.

Üniversitelerde idare ve yönetim YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) kontrolünde sağlanıyor. Görünürde bir muhtariyet mevcut ama hakikatte müthiş bir hiyerarşik baskı var. Yönetimdeki kadroyu siyasi konjüktör belirliyor, göstermelik bir seçim sonunda belirlenen üç adayın arasından aldığı oya bakılmaksızın biri rektör olarak seçiliyor. Liyakat sahibi olmayan ve yaşça verimli çağlarını geride bırakmış bu zatlar ilim ve fen müessesinde baş olabiliyorlar. Bunun ilköğretimde de, lisede de aynı olduğu gözlemlerimiz arasında. Dekanlar, bölüm başkanları, senatoyu oluşturan kurul batılılaşma-yabancılaşma fikrinin mahkumları halindedirler. Onları orada tutan zihniyet sömürgeci zihniyettir. Aksi bir durum içinde bulundukları halinde, bütün bunların aleyhlerine dönmesiyle sonuçlanır, bunu da göze alacak bir öğretim üyesi şimdilik görülmedi.

Eğitimdeki kara tablo 8 yıl yasası diye adlandırılan, sözde eğitimi sekiz yıl boyunca hedeflemeyi gaye edinen rejim, gizli ve açık gayesi ile tam bir fiyaskoya uğramıştır. Bu kanun ile Müslümanların çocuklarını İmam Hatip Liseleri ve Kur’an Kursları’ndan uzaklaştırmaya çalıştılar. Öğretmen ihtiyacı ayyuka çıkmış, binlerce öğrencinin taşımalı eğitimde ölümüne sebep olunmuş, yine binlercesi milyarlarca para cezasına çarptırmış, kolluk kuvvetlerini köylü-şehirli binlerce fakir fukaranın üstüne salmış ve mağdur etmiştir.

Kemalist eğitim sonucu oluşan fert ve topluma baktığımızda gördüğümüz şey gazete yaprakları arasında artık sıradanlaşmış ve alışılmış şeylerdir. Fert ve cemiyet ruhi muvazenesini kaybetmiş, ahlâki hiçbir kaygı taşımamakta, insani hal ve davranışlara tam zıt, hayvanları dahi kıskandıracak bir oluş içinde yaşamaktadırlar. Misallendirecek olursak:

“Ekonominin ters tepelek oluşu. Krizin kezzaplaması travestiliği patlattı. Yani bir anlamda kriz travestilerini yarattı. İşte kanıtı. Türkiye’nin gözbebeği İstanbul. İstanbul’un merkezi Taksim. Ve Taksim’in orta yerinde ise hafta sonu günlerin sabahında 3 saatliğine kurulup dağılan ‘dönme pazarı.’ Herşey gün gibi aşikar, ortada, göz önünde oluyor bitiyor. Ne ‘ne yapıyorsunuz?’ diyen var, ne hesap soran.

Sabah saat 05.30’da açılan bu dönme pazarı 08.30’a dek sürüyor. Alan alıyor, satan satıyor, kimseden de gık çıkmıyor. Çünkü polis de bıktı, esnaf da. Çünkü yirmisini toplasan, ertesi gün 30 tane yenisi geliyor. Çünkü travestilik krize endekslendi. Sokak fuhuşunun, yükselen değeri haline gelen travestilik büyük bir rant kapısına dönüşünce pala bıyıklı, dev cüsseli bazı ‘delikanlı’lar bile para kapmak için ‘dönüverdi.’ (Akşam 25.01.2001)

Okullara cinsellik dersi konuyor, kız ve erkekler ayrı sınıfta ders görecek

Okullarda cinsel eğitime başlayan Milli Eğitim Bakanlığı, Çocuklara anlatılan leylek hikayesine de son veriyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nca, Procter and Gamble ve Toprak Ilaç San. A.S’nin işbirliği ile gençlere yönelik ‘Ergenlik Dönemi Değişim Projesi’ başlatılıyor. Pilot okullarda başlanacak olan proje çerçevesinde öğrencilere ergenlik dönemi, üreme sistemleri, cinsel yolla bulasan hastalıklar, madde bağımlılığı ve zararlı alışkanlıklar konusunda eğitim verilecek. 2000-2003 yıllarında 81 ili kapsayan projenin pilot uygulaması bu yıl İstanbul’daki okullarda ikinci dönemde başlayacak ve burada alınan sonuçlara göre proje diğer illere yaygınlaştırılacak Projenin hedef kitlesi ilkögretim 6., 7., 8. Sınıfta okuyan gençler, aileler ve öğretmenler olacak. Eyüboğlu Koleji’nde yapılan proje tanıtım toplantısında, tüm Türkiye’yi kapsayacak projenin amacı şöyle açıklandı: “Öğrencilere, anne ve babalara, öğretmenlere; gençlerde ergenlik dönemine girerken meydana gelen bedensel, ruhsal ve sosyal değişimlerin neler olduğunun öğretilmesini, ergenlikten; genç yetişkinliğe geçerken karşılaşılan sorunların sağlıklı, mutlu yaşanarak aşılmasını ve böylece daha bilinçli bir toplum oluşmasını sağlamak.” Proje, ilköğretim okullarında bir saatlik ders dışı zorunlu etkinlik olarak uygulanacak. Kız ve erkek öğrenciler ayrı ayrı dersliklerde en fazla yüz kişilik gruplar halinde danışman öğretmenler tarafından eğitilecek. Eğitimde interaktif ders anlatım tekniği kullanılacak. Milli eğitim Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Necdet Özkaya, son günlerde gündeme gelen Satanist, Hizbullahçı ve PKK’lı gençlere değinerek, “Türkiye’deki her şey gençler üzerine oynanıyor. Gerekli eğitimi vermiş olsaydık simdi bu gençler olmazdı. Biz sadece sonuçları tartışıyoruz. Sağlıklı nesillerin yetişmesi için bu projeye herkes inansın. Bu projenin yüzde yüz başarıya ulaşmasını istiyorum” dedi.

Kitapta nelere yer veriliyor

Dersin takip edileceği “Ergenlik Döneminde Değişim Öğretmen Yardımcı Kitabi”’nda ergenlik dönemi ve cinsellikle ilgili tüm konulara yer veriliyor. Ergenlik çağındaki kız ve erkek çocuklardaki değişimlerin anlatıldığı kitapta, cinsel eğitim ayrı bir bölüm altında ele alınıyor. Cinsel eğitimin çok önemli olduğu ancak önemli bir kısmının sokakta gerçekleştiği vurgulanarak, bu eğitimde okul ve öğretmenin önemine dikkat çekiliyor. Öğretmenlere, “Öğrencilerinize eğitim verirken, yalnızca onlardaki eksik ve yanlış bilgileri düzeltmekle kalmayacak ayrıca konuyla ilgili olarak kendi düşünce ve inançlarınızı da yeniden gözden geçirme firsatını bulacaksınız” deniliyor. Üreme sistemleri ise şemalarla anlatılıyor Erkek ve kadın üreme sisteminin bölümleri açıklamalı bir şekilde anlatılırken, adet döngüsü de ayrıntılı olarak işleniyor. Kitapta yer alan tanımlardan bazı örnekler söyle: (Bundan sonrası iğrenç ve yazı olarak teşhire uygun olmayan ifadelerle dolu. S.K.) (Milliyet, Banu Şahin)



Dipnotlar:

1- Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yay., İstanbul, s. 323

2- Sabri AKDENİZ, Eğitim Sosyolojisi, Marmara Ü. İlahiyat Fak. Yay., s. 232

3- Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yay., İstanbul, s. 314

4- Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya Örgüsü, s. 315

5- Takiyyettin MENGÜŞOĞLU, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, s. 304

6- Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya Örgüsü, s. 352

7- Takiyyettin MENGÜŞOĞLU, Felsefeye Giriş, s. 304

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder