23 Mart 2005 Çarşamba

Okul'da Şiddet

YAPILAN BİR ARAŞTIRMA OKULLARDA CİDDİ BİR SORUNU ORTAYA ÇIKARDI
Yardımcı Doç. Dr. Metin Pişkin'in yaptığı araştırma, Akran zorbalığını gözler önüne serdi. Zorbalık" Ekonomik gelire göre değişmiyor, zengin öğrenci de, yoksul öğrenci de arkadaşlarına zorbalık yapıyor
En zorba davranışlar teneffüste ve sınıfta uygulanıyor
ANKARA Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nden Yardımcı Doçent Doktor Metin Pişkin'in Çankaya iki, Mamak'ta bir okul öğrencileri arasında yaptığı araştırma, okullarda Akran zorbalığını ortaya koydu. Başta Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere olmak üzere, batılı ülkelerde olduğu gibi, Ankaralı öğrenciler de, kendinden güçsüz, yaş olarak küçük arkadaşlarına zorbalık yapıyor. Okullarda Şiddet’i araştıran Metin Pişkin, ekonomik olarak üst ve orta seviyede Çankaya'da iki, Mamak'ta alt seviyede bir okulda 1150 öğrenci ile görüştü. Pişkin'in araştırmasına katılan öğrencilerin % 44'ü sözel, % 30'u fiziksel, % 9'u cinsel, % 1'i duygusal zorbalığa maruz kaldığını açıkladı. Üst ve orta ekonomik gelire sahip öğrencilerin alt gelir grubundaki öğrencilere göre daha fazla zorbalık yaptığını belirleyen Pişkin, erkek öğrencilerin fiziksel zorbalığı tercih ederken, kız öğrencilerin sözel zorbalık yaptığını söyledi. Araştırmanın dikkat çekici sonucu ise öğrencilerin zorbalığı en çok sınıfta yapıyor olması. Öğretmenin sınıftan çıkmasını bekleyen zorba öğrencilerin kısa teneffüs aralarında kendilerinden daha güçsüz arkadaşlarını şiddete maruz bırakıyor, sınıfın ardından kantin ve okul bahçesinde zorbalık ortaya çıkıyor. Şiddete, zorbalığa maruz kalan 'kurban' öğrencilerde okulu sevmeme duyguları oluşuyor. Pişkin, ilk gençlik yıllarında okulda zorbalığa karışan öğrencilerin daha sonraki yaşantılarında da suç işlemeye devam ettiklerini belirterek, Zorbalığa maruz kalan öğrenciler çaresizlik, depresyon, kaygı, kızgınlık, kendini değersiz hissetme gibi duyguları yaşamları boyunca hissediyorlar dedi. Erkek çocukları zorbalık ve şiddeti onaylayan öğelerle büyüdükleri için ileriki yaşlarında da şiddeti kabul eden bir kişi haline geliyor. Kızlar ise daha uyumlu büyüdükleri için şiddetten daha uzak duruyor. 14–21 yaş arası lise ve üniversite öğrencileri üzerinde yapılan araştırma, şiddetin okul, aile, toplum, arkadaşların etkisi ile ortaya çıktığını gösterdi.
Sorunu görmezden gelmek yerine çözüm aranmalı Okullarda zorbalığı ve şiddeti önlemek için rehberlik birimlerinin aktif hale gelmesi gerekli. Pişkin, öncelikle okul yönetimlerinin ve öğretmenlerin sorunu kabullenmelerini istedi. Okulun adı çıkar" düşüncesi ile okul yönetimlerinin çoğu zaman sorunun üstünü kapattığını ifade eden Pişkin, üstü kapatılan sorunun bir gün mutlaka başka bir yerde ortaya çıkacağını kaydetti. Pişkin, sorunu örtmek yerine çözüm üretmek gerektiğini söyledi.

ZORBALIK YÖNTEMLERİ
Vurma, Basit tekmeler veya yumruklar atmak, Tehdit etmek, Sürekli kızdırmak, İncitici lakaplar takmak, Aşağılamak, Küfür etmek, Karşılarındaki kişi hakkında yalan yanlış dedikodu çıkarmak, Zor kullanarak para almak, Korkutmak, Agresif davranışlarda bulunmak, Kasıtlı zarar vermek

NASIL ÖNLENİR?
Öğrenciler, öğretmenler ve aileler zorbalık konusunda bilgilendirilmeli, nedenleri ve sonuçları anlatılmalı.
Okul yönetimleri zorbaların ve kurbanların davranışlarını takip etmeli. Zorbalık, kavga ve agresif davranışlar büyüm çağı davranışı olarak değerlendirilmemeli. Öğrenciler suskun kalmamaları için desteklenmeli. Agresif öğrenciler özellikle eğitilmeli. Kişisel kontrol stratejileri geliştirilmeli. Okul yönetimleri ve aileler sık sık bir araya gelip, sosyal programlar uygulamalı.

Öğretmenler kendilerine ayna tutuyor...

Çeşitli branşlardan ve değişik yerlerden gelen yaklaşık 25 öğretmen, bir masanın etrafında oturup öğretmenlik anılarını anlattı. Bunların hepsi not alındı. Kafalarındaki şey toplumsal yozlaşma sürecine paralel olarak bir öğretmen çiftin idealizminin çözülüşünü sahneye taşımaktı. Ve uzun uğraşlardan sonra metni ortaya çıkardılar. Oyunun adı “Doğmamış Çocuktan Mektup” olacaktı.
16 kişilik bir öğretmenler kumpanyasının görev aldığı deneme gösterisi, bu akşam saat 19.00’da Boğaziçi Üniversitesi Demir Demirgil Tiyatro Salonu’nda sahne alacak. Kadronun çok önemli bir bölümünün ilk defa sahneye çıktığı ve bir çalışanlar tiyatrosu olduğu göz önüne alınırsa, seyircinin sıkılmayacağı bir oyun olacağı düşünülebilir.
Kumpanyadaki öğretmenler yaptıkları tiyatro çalışmasının sadece Eğitim-Sen üyesi öğretmenlere değil, daha geniş bir öğretmen kitlesine açık olduğunu söylüyorlar.

İdeallerin çöküşü
Oyun üç ana aşamadan oluşuyor. İlk bölümde kahramanlarımız Doğu illerinde öğretmen olarak çalışmaya başlarlar. Aydınlanmacı öğretmen algılamasıyla gittikleri bölgede duvara çarparlar. Ve ilk kaçış burada gerçekleşir; “Buranın sorunu başkadır, biz burada yapamayız” diyerek Büyükşehir gelirler. Büyükşehir’deki bir devlet lisesinde ideallerini gerçekleştireceklerini düşünen öğretmenlerin başına gelen, birçok öğretmenin de yaşadığı bir süreçtir. Evlenmişlerdir, çekirdek aile kurulmuştur ve çocuk projeleri vardır. Hayat sıkıştırmaktadır onları. Ve özel ders vermeye başlarlar. Üçüncü sahnede adam artık bir dershane sahibi olmuştur. Kadında, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde hayır faaliyetleri yürüten bir öğretmene dönüşmüştür.
Oyunculardan Mutlu Öztürk; oyunu “Onbinlerce öğretmenin başına gelen bir hikâyeyi eksen alıp, o küçük alanda attığımız adımların nasıl bir toplumsal arka planla kuşatılmış olduğunu ima eden ve buna karşı örgütlü bir direniş aslında amaçlanan. Anlattığımız aslında doğrudan doğruya kendimiz. Kendimize bir ayna tutuyoruz” sözleriyle özetliyor.

‘Öğretmeni anlatan yok’
Oyunu İATP (İstanbul Alternatif Tiyatrolar Platformu)’nin bir süre önce düzenlediği şenlikte oynadıklarında böyle bir alana dönük ciddi bir talep olduğunu fark etmişler: “Ciddi ilgi çekti ve tartışıldı oyun. Çünkü ülkemizde öğretmen hayatı üzerine metinlere baktığımızda 12 Eylül’e kadar ciddi çalışmalar var. Oysa son 20 yılda çok farklı bir öğretmen profili (özellikle özel okullarda çalışan ve özel ders verme olanağına sahip) çıktı. Ve bu öğretmen profilini ele alan ona dönük eleştirel metinler neredeyse hiç yok. Güneydoğu’ya bir sürgün anlayışıyla giden, kendisinin emekçi olduğunun farkında olmayan, muhalif bile olsa bu kimliğini saklayan, beynini satmak anlamında işgücü pazarına çıkmış öğretmenlerin psikolojisini anlatıyor oyun”.
Esas hedefledikleri bunu sendika kitlesine seyrettirmek, mümkünse Eğitim-Sen içinden daha fazla emekçinin tiyatro faaliyetine katılmasını sağlamak. “Bizlere de bu sanat işlerini öğretenler, ortaokul ve lisedeki öğretmenlerimizdi. Öğretmen hareketinin bu alandaki yükümlülüğünü yeniden hatırlaması gerektiğini düşünüyoruz.”

Kendileriyle hesaplaşma
Oyun, günümüz öğretmeninin kendi iç dünyasına, kafasında yaşadığı çelişkilere, kendiyle ve çevresiyle hesaplaşmasına ayna tutuyor aslında. Ve bunu beylik repliklerle değil, günlük hayatın içinden çıkmış doğal bir anlatımla veriyor. Mutlu Öztürk de aynı düşüncede: “Yani bugüne kadar hep teorik düzeyde solcu, teorik düzeyde sendikalı olduk, ama bunu bir türlü gündelik hayata taşıyamadık. Teorik düzeyde idealist öğretmenler olduk, ama gerçekle buluştuğumuzda onlardan hızla kurtulmaya başladık. Aynı bir balonun düşüşü gibi, fazla yükler atıldı, atıldı ama düşüşten kurtulamadık.”

20 Mart 2005 Pazar

Türk Usulü Pedagoji

Çocuk dediğin uslu oturur. Çocuk dediğin büyüklerin sözünü dinler. Çocuk dediğin her lafa karışmaz. Çocuk dediğin “ yapma “ deyince yapmaz. Çocuk dediğin “yat deyince ” yatar. Çocuk dediğin önüne konulanı yer. Çocuk dediğin yeni icatlar yapmaz. Çocuk dediğin ders çalışır. Çocuk dediğin dik kafalılık etmez. Çocuk dediğin çok soru sormaz. Çocuk dediğin karşılık vermez. Çocuk dediğin paylanınca önüne bakar.
Çocuk dediğin evi dağıtmaz. Çocuk dediğin her şeyi istemez. Çocuk dediğin her duyduğunu söylemez. Çocuk dediğin anasından babasından korkar. Çocuk dediğin “şimdi seni gebertirim” deyince sus pus olur. Çocuk dediğin her önüne gelenle oynamaz. Çocuk dediğin büyüklerini üzmez. Çocuk dediğin ikide bir zırlamaz. Çocuk dediğin büyüklerin vurduğu yerde gül biteceğini bilir.
Çocuk dediğin verilen öğütlerin dışına çıkmaz. Çocuk dediğin kapının önüne çıkar. Çocuk dediğin durmadan ıslık çalmaz. Çocuk dediğin yemekten önce kiraz yemez. Çocuk dediğin hep top peşinde koşmaz. Çocuk dediğin kuş peşinde koşmaz. Çocuk dediğin kız peşinde hiç koşmaz. Çocuk dediğin büyüklerinin bir dediğini iki ettirmez. Çocuk dediğin zırt pırt televizyonu açmaz.
Çocuk dediğin söylenen işten kaçmaz. Çocuk dediğin anasının babasının odasını açmaz. Çocuk dediğin kapı çalınca koşar kapıyı açar. Çocuk dediğin insanın tepesine binmez. Çocuk dediğin akşama kadar bisiklete de binmez. Çocuk dediğin ıslak yerlere de basmaz. Çocuk dediğin sofrada adam gibi oturur. Çocuk dediğin büyüklerinin yanında oturmaz.
Çocuk dediğin haytalık etmez. Çocuk dediğin çocukluğunu bilir. Çocuk dediğin saygı sevgi bilir. Çocuk dediğin dersini bilir. Çocuk dediğin insanın kafasını şişirmez. Çocuk dediğin pırtlatmak için avurdunu şişirmez. Çocuk dediğin çok gülmez. Çocuk dediğin çağırılınca gelir. Çocuk dediğin yemek saatinde eve gelir. Çocuk dediğin yüzüne bakılınca kendine gelir.

Çetin ALTAN
(1985 )

Türk Usulü Öğrencinin Özellikleri:

Türk usulü öğrenci, nasıl başarılı olacağını merak etmez, araştırmaz,
Türk usulü öğrenci, derslerinde nasıl başarılı olduğunun farkında değildir,
Türk usulü öğrenci, için önemli olan öğrenmek değil sınıfı kör topal bitirmektir,
Türk usulü öğrenci, okuldaki öğrendiği bilgileri davranışa dönüştürmez,
Türk usulü öğrenci, davranışlarını öğrendikleriyle özdeşleştirmeye çalışır,
Türk usulü öğrenci, karnedeki kırık notları; “zayıfsız karne duvaksız geline benzer” sözüyle olumlu görmeye çalışır,
Türk usulü öğrenci, için dersin önemi ÖSS sınavında çıkıp çıkmamasına bağlıdır,
Türk usulü öğrenci, mükemmelidir, öğretmen ise hiçbir konuda bilgiyi doğru aktaramamaktadır,
Türk usulü öğrenci, için önemli olan üniversite hedefi değil, aldığı puana göre bir üniversiteye kapak atabilmesidir,
Türk usulü öğrenci, okul mezunu değil dershane mezunu olmayı hayal eder,
Türk usulü öğrenci, için liseler ÖSS sınavı için gerekli bir belgeyi sağlar, o da diplomadır.
Türk usulü öğrenci, için dershane onu üniversiteye hazırlayan kurumdur,
Türk usulü öğrenci, teorik bilgi edinmeden pratik bilgiye yönelir,
Türk usulü öğrenci, sınavlar sayesinde bilip bilmediğini öğrenmeyi değil, geçer not almayı düşünür,
Türk usulü öğrenci, derste not tutmayı bilmez. Sadece öğretmenin yaz dediklerini yazar.
Türk usulü öğrenci, geleceği değil bugünü kurtarmaya çalışır,
Türk usulü öğrenci, öğretmenine pasta börek getirerek başarılı olacağını zanneder,
Türk usulü öğrenci, beden eğitimi dersini isminde belirtildiği şekilde değil, futbol oynama dersi olarak görür,
Türk usulü öğrenci, alan seçiminde ilgi, yetenek ve hedefini dikkate almaz,
Türk usulü öğrenci, fen alnını zor (çalışkan öğrenciler okur), sözel alanı kolay (tembel öğrenciler okur), Türkçe matematik alanını normal (eh iştelik öğrenciler okur)olarak görür.
Türk usulü öğrenci, hiç anlamasa ve de hiç sevmese de fen alanına yönelmek ister.
Türk usulü öğrenci, fen alanın yönelen herkesin, doktor, eczacı v.b. olacağını zanneder,
Türk usulü öğrenci, kütüphaneyi nasıl kullanacağını ve hatta kütüphanenin ne olduğunu bilmez,
Türk usulü öğrenci, yazılıdan kırık not aldığında öğretmeni vermiştir, iyi not aldıysa kendisi almıştır,
Türk usulü öğrenci, kitap okumayı lüzumsuz bir iş gibi görür. Ara sıra sadece ders kitabı okur,
Türk usulü öğrenci, kitaba verilen parayı lüzumsuz olarak görür. Atari salonlarında harcanan para ve zaman ise doğru yerlerde kullanılmıştır.
Türk usulü öğrenci, kabadayı, cesaret, aşk içeren dizilere bayılır. Önemli bir belgeseli ise sıkıcı bulur,
Türk usulü öğrenci, üniversiteye girmeyi sadece hayal eder, hedef olarak seçip hareket geçmez (harekete geçenler ise zaten üniversiteyi kazanmış kişilerdir),
Türk usulü öğrenci, yıllık ödevi bile sadece bir günde yapıp öğretmene teslim eder,
Türk usulü öğrenci, derste soru sormaktan ve kendisine soru sorulmasından hoşlanmaz,
Türk usulü öğrenci, eğitilmeyi değil öğretilmeyi ister,
Türk usulü öğrenci, her şeyi kendisine yasaklanmış olarak algılar ve aşağıdaki şiir gibi birçok şiiri söyler, kabul eder. İç iletişimle böylece kendisini olumsuz olarak programlar,
“ derste konuşmak yasak,
Ağzımıza bant mı yapıştırsak?
Sınıfta yemek yemek yasak,
Midemize kilit mi taksak?
Sınıfta kalmak yasak,
Okuyup inek mi olsak?
Saati sormak yasak,
Derste sıkıntıdan mı patlasak?
O yasak, bu yasak,
Vallahi arkadalar,
Şu okuldan bir mezun olsak…”

19 Mart 2005 Cumartesi

Otobüste

Okul yolunda sık sık uyuklarken yakalıyorum kendimi. Büyük bir ihtimal daha otobüse binmeden kendimi ayartıyorum çünkü gideceğim yol ve süre esas alınırsa uyumak elzem geliyor. Hem ne elzem, gördüğüm rüyaları kırk yıl yatsam o koca yatakta canlandıramam ama bir gariplik var ki çoğunu daha otobüsten indiğim anda unutmuş oluyorum. Yüzümde bir tebessümle yakalamasam kendimi bu rüyalarla ilgili yorum yapmamda neredeyse imkânsız olacak. Evet, gülümserken yakalıyorum kendimi. Bu da bir süre keyifli olmamı sağlıyor. Tahmin edersiniz ki bu keyif halini uzun süre yaşayamıyorum ya da kendime yakıştıramıyorum. Son anda otobüsün penceresinde sırıtan, sarı kafalı üstelik çilli çocuk – bu benim kâbusumdur – uyurken ağzımın açık kalmış olma ihtimali üzerine tedirginliğimi çoğaltıyor. Olasılıkla gözlerim kapanmış, başım önüme düşmüştür. Daha kötüsü ağzım burnum bir birine karışmış ve ben her defasında irkilip başımı kaldırıp tekrar uyuklamaya koyulmuşumdur. Görülüyor ki insan boynunun belası yoksa başının mı demeliydim. Her neyse. Bu ayrımda benim aklımda kalan o sırıtkan çocuğu yakalayıp yakalayamayacağım. Ulan Bir elime geçersen. Derim hep hiçbir zamanda geçmez. Hem bende çok sevmez miyim böyle bir anda, hayatta bir daha karşılaşma ihtimalim olmayan birine nanik yapıp kaçmayı. Sonra pişman olurum demeyi dilerdim ama olmam. Bundan bir çeşit zevk dahi alırım hatta abartır aklıma geldikçe gülerim. Ama bu durumum dahi o çocuğu yakaladığım takdirde yapacaklarımı yumuşatacağını sanmayın. ‘Vay haline’ derim. Şimdi düşünüyorum da bir dahaki seferde böyle bir durumda kalırsam hemen otobüsün peşine takılıp intikam almalıyım.Otobüsteki uyku, gün içinde daha zinde olmamı sağlar ancak nedense uyandıktan sonra bir müddet aptallaşırım - bu hep olur ama – ne söylediğimi bilemem, ne tarafa yürüyeceğimi kestiremem.Benim otobüste okuma yaptığımda bilinir. Bugünlerde giydiğim paltonun cebi çok küçük olduğundan büyük kitapları yanımda taşıyamıyorum – çok taşırım ya - bu nedenle evdeki ince, boyut olarak küçük kitapları takibe aldım. Bu kitaplar inanılmaz boktan oluyorlar. Oysa okurluk serüvenimin en kötü anları boşa yapılmış okumalardır. Her gün iki saat yolculuk yaptığım dikkate alınır ve bu kitaplarla bir şekilde çarpılırsa - nasıl yapacağımı bende bilmiyorum - ne kadar zor anlar yaşadığımı anlamış olursunuz. Kesinlikle otobüste kitap okumayı tavsiye etmem. Yapabiliyorsanız başka uğraşları salık veririm. Bir kere titreyen yazıları takip etmek midenizin dengeli yapısını kısa sürede bozacaktır. Yanınızdaki ne kadar ilgisiz bir insanda olsa, bir süre sonra elinizdeki kitaba tanık olur ve o andan itibaren etraftaki en farklı nesne olan kitap, hayatta hiç kitap okumamış olduğunu düşündüğüm bu adamda kısa sürede ilgi uyandırır. Adama da yazık, iyisi okumayın. Zaten bende bu ince, küçük kesim kitabı uzun süre okuyamam. Çokta entelektüel nedenlerden değil bu durum. Ne yazık ki gözlerim kapanır, uyku bastırır ve ben o elzem rüyayla baş başa kalırım.Benim otobüste okuma yaptığım bilinir. Ama nasıl bir okuma yaptığımı siz daha iyi biliyorsunuz artık. Şimdi koro halinde benim hep uyukladığımı söylüyor olmalısınız. Ancak her gün farklı ruh halleriyle binerim otobüse. Bazı günler bir centilmen, kalkar yer veririm bayanlara ve yaşlılara. Bazı günler aksi, sıkışan kalabalığa ya da daha bulamazsam kapıyı kapatmayı unutan sürücüye daha da bulamazsam il trafik müdürlüğüne, İETT’ye çatarım. Bazı günler bomboş bakarım olup bitene. Bazen dikkat kesilirim olup bitene. Hangi halde olursam olayım kesinlikle hoşlanmam; omzuma dokunup uzatır mısın diyen elden. Bu el genelde iki parmağı arasına sıkıştırılmış parayla girer gözümün menziline, oralı olmamam arkamdakini bir süreliğine kızdırsa da başka bir uzatıcı bulur kendine. Bu ellerden bazıları utangaçtır daha önündekinin omzuna dokunduğu anda anlarım bunu, ezilerek ağzından bey’fendi sözcükleri dökülür; elindeki parayı uzatırken temas etmemek için özel bir çaba gösterir. Bazılarının kendinden emin eleri vardır. ‘Şunu uzatsana’ ama ben bildiğiniz üzere ilgili olmayınca bozulur. İnerken kaçamak bir bakışla herifin suratına bakarım. Yaşasın kötülük!

17 Mart 2005 Perşembe

Öğrenme Teorileri

Öğrenme teorilerinden hangisini kullanıyorsunuz? Yoksa şu şekilde mi sormalıydım; öğrenme teorilerini kullanabiliyor musunuz? Hangi şekilde gidiyorsunuz okula? Sınıfa girdiğiniz anda öncelikleriniz neler? İlk önce bakarım sınıfa, şöyle bir heyt çekerim. Bir süre beklerim yerlerine geçsinler. Sussunlar, dersin başladığının, sınıfta olduklarının farkına varsınlar. Acaba ya onlar ne şekilde geliyorlar, okula.
Kendimi tekrar motive etme isteğimi nedir? Elimdeki kaynakları şöyle bir taradım. Web de arandım, buldum, buluşturdum, karıştırdım. Edindiklerim, bana iyi bir öğretmen olmanın teorilerini anlatıyordu. Dersi nasıl anlatmamı, teneffüste nasıl davranmamı, etkili zaman kullanımını, sabırlı olmanın erdemlerini, hoşgörülü olmanın faziletlerini okudum… okudum… okudum. Motive etti mi bari? Doğrusu sizi yanıltmak isterdim.
Hiçbir şey yapamasam da biliyorum ki. Haftanın ilk günü geldiğinde, bütün yaşamımı itip bir kenara, çıkarıp boynumdaki tüm yaftaları; gireceğim okulun demir kapısından içeriye. Şimdilerde bu önemli bir iş, bir başarı sayılır. Sonra. Sonrası öğrenme teorilerinin de sırası gelir bir gün nasıl olsa.
Sormadan edemeyeceğim. Ya çocuklar, hangi duygularla girecek, demir kapıdan içeriye? Gelsinler yeter diyorum. Şimdilerde bu da bir iş, bir başarı sayılır ne de olsa.

14 Mart 2005 Pazartesi

Romanlardaki öğretmen tipleri

Romanlardaki öğretmen tipleri ve onların Anadolu’nun ücra köşelerinde sürdürdükleri mücadeleler, hem toplumdaki öğretmen imgesini hem de Cumhuriyet’in aydınlanma ideallerini sergilemesi açısından önemli...
CUMHURİYET’İN ilk yıllarından 1980’e kadar geçen 60 yıllık süreye yayılan romanlara karakteristiğini veren aydınlanmacı bakış, aydınlanmanın özverili neferleri arasında ilk sıralarda yer alan öğretmenleri pek çok romanın merkezine yerleştirmiş, hatta ‘köy romanı’ olarak adlandırılan roman akımı, ''Bir Köy Enstitülü Öğretmenin Notları'' alt başlığıyla yayımlanan ''Bizim Köy'' ile (1950) başlamıştı. Romanlardaki öğretmen tipleri ve onların Anadolu’nun ücra köşelerinde sürdürdükleri mücadeleler, hem toplumdaki öğretmen imgesini hem de Cumhuriyet’in aydınlanma ideallerini sergilemesi açısından önemlidir. Bu tipin ‘büyük anlatıların’ gözden düştüğü ‘80’lerden sonra unutulması da, aynı şekilde, toplumsal zihniyet değişimlerini işaret eder. Geçmişe dönük aydınlanmacı anıları canlandıran bu romanlar üzerinden öğretmenlerin bugünkü sorunlarını dile getirme şansımız yok. Bu nedenle bu yazı özelinde geçmişe doğru bir yolculuğa çıkacağız.
Karanlığa karşı Öğretmenlere geleneksel rollerini veren ilk roman, Milli Mücadele’nin sürdüğü, Ankara’da ilk meclisin toplandığı yıllarda yazılan ''Çalıkuşu'' (1922), beklenenden büyük bir okuyucu kitlesi ile karşılaşmıştı. Anadolu’ya öğretmenliğe giden genç bir kızın -Feride’nin- medeniyetten çok uzak bir köyde, halka karşı gösterdiği sevgiyi, özverili mesaisini ve köylü çocukların eğitilebilirliğini işleyen roman, hem Anadolu’nun toplumsal sorunlarına eğiliyor hem de köyün kalkınması için aydınların öncülüğünün ilk işaretini veriyordu. İstanbullu aydının Anadolu’nun tozlu yollarında, yoksul köylerinde dolaşıp cahil bırakılmış, dini istismarlara uğramış ve köy ağası tarafından sömürülüp devlet görevlileri tarafından ezilmiş köylü milletiyle kucaklaşması ''Çalıkuşu'' ile başlar.
Halide Edip Adıvar, ''Vurun Kahpeye'' (1926) ile ''Çalıkuşu''nun öğretmenini Milli Mücadele’ye taşır. Ancak Aliye öğretmen ile köylülerin ilişkisi hiç de -Feride’ninki gibi- sevgi dolu değildir. Dini kendi çıkarları için kullanan İmam Hacı Fettah, öğretmenin getireceği aydınlıktan korkar. Düşman kuvvetleriyle işbirliği yapan bu din adamı tipini, kötülük ve karanlığın simgesine dönüştürür Halide Edip. Hacı Fettah, sonunda köylüyü kışkırtır ve Aliye öğretmen linç edilir. Milli Mücadele’yi anlatan bu ilk dönem romanlarında, köydeki ‘karanlık’ güçlerin ‘Yunan gâvuru’ndan bile daha tehlikeli resmedilmesi çok yaygındır. Köye gelen aydını zor durumda bırakmak için düzenlenen tuzağın namus meselesi üzerine kurulması da ''Vurun Kahpeye'' ile başlar ve sıklıkla tekrarlanır.
Taşlaşmış ilişkiler Anadolu’ya giden öğretmenlerin taşranın tutucu yapısıyla çatışması, dışlanması, cinsel kökenli dedikodularla bunaltılması sadece tutucu kesimlerin aydınlanmaya karşı direnişini göstermez, bu tema taşra hayatının sosyolojik özelliklerini de yansıtır. İnsanlar arası ilişkiler çok yakın ve iç içedir taşrada; dedikodu insanların, özellikle de yabancıların kaderlerini etkileyecek bir iktidar aracıdır. Öyle ki, ''Dedikodu taşranın beslenme kaynağı, vazgeçilmez iletişim aracı ve aynı zamanda korkutucu batağıdır''. Bireysel özgürlüklerin yerini akrabalık bağlarının, komşuluk ilişkileri ve topluluk sorumlulukların aldığı taşrada, insanlar geleneklerle bağlarını koparmadan, geçmişle iç içe yaşamak zorundadırlar. İşte öğretmenler bütün bu taşlaşmış ilişkilere karşı savaşacaklardır.
Cinsel taciz tuzağı
Aka Gündüz’ün ''Bir Şoförün Gizli Defteri'' (1928) romanındaki muallim de cinsel taciz suçlaması ile sürülür köyünden. Pek çok romanda ve pek çok Köy Enstitülü öğretmen hatıratında da aynı meselenin -bu kez bir gerçeklik olarak- vurgulandığını göz önüne alırsak, cinsel taciz tuzağının Anadolu köylüsünün yabancılara karşı geliştirdiği önemli bir savunma refleksi olduğunu söyleyebiliriz.
Bu tarz anlatıların en önemlilerinden olan ve ana fikrini; ''Zatıâliniz şüphesiz zemin ve zamanı müsait bulmadığınız için şimdilik din ve devlete sadık meşrutiyetperver Osmanlılar yetiştirmek gayesiyle iktifa buyuruyorsunuz. Bendeniz bir derece daha ileri gitmek, milletine sadık Cumhuriyetperver Türkler yetiştirmek emelindeyim,'' cümlesinde bulan Reşat Nuri Güntekin’in ''Yeşil Gece''sinin (1928) kısa özeti; bir köylü çocuğu olan Şahin’in medrese eğitimini sürdürmek için gittiği İstanbul’da aydınlanarak öğretmen okulunu seçmesi, eğitimci olarak döndüğü bir Anadolu kasabasında softalarla dolaylı bir kavgaya tutuşması ve Yunan işgalinden sonra yaşadığı düş kırıklığı biçiminde aktarılabilir. Kitabın temel sorunsalı, dinin toplumun gelişmesinde (aydınlanmasında) bir engel oluşu üzerine kurulu. Bütün mesela dine indirgenince, doğal olarak kötü yobazlar, iyi aydınlar ve kimi seçeceğini bilemeyen köylülerden müteşekkil kurgusal karakterler kaplıyor metni. ''Yaban''a giden yolu ''Çalıkuşu'' ve ''Yeşil Gece''nin açtığı söylenebilir. Yine de, Yakup Kadri’nin ''Yaban''da anlattığı Ahmet Cemal’den daha organiktir Şahin öğretmen. Ayrıca, sondaki sürpriz, Reşat Nuri’nin Cumhuriyet’in geleceğine duyduğu şüphenin bir göstergesi, Kemalist devrimin sınırlarının çizilmesi olarak da okunabilir.
Kadın öğretmen tiplemeleri
''Tatarcık'' (1939), Halide Edip’in, fakir bir köyün fakir insanlarını işlediği bir roman. Suat Derviş’in o yıllardaki değerlendirmesiyle; Tatarcık, ''Müellifin iddia ettiği gibi kendi neslinden herhangi bir Türk kızının ayrı ayrı ve biraz da aykırı cephelerini nefsinde toplamış olan genç bir mahlûk değildir. O daha fazla Poyraz köyünün müspet tipi, müellifin genç Türk kızlarına, hatta genç Türk erkeklerine örnek olarak vermek istediği bir numunedir. O, bu köy halkının en basitinden en yükseğine bilaistisna hepsini şaşırtmaktadır''. Hayatını çalışarak kazanan, kolej / üniversite tahsili yapmış, zenginlerin yalılarında İngilizce dersi veren, köy yollarında bisikletiyle dolaşan, köylüye davranış adabı öğreten, ''Türk münevverinin memleketi medenileştirmek için yapacağı savaşın ancak bundan ibaret olduğunu zanneden bir genç kızdır... Halkın hakiki ıstırap ve hayatı bütünüyle gösterilemediği için sadece hayatın üst yüzünü gösteren Tatarcık'', Halide Edip’in bütün romanlarında hayalini kurduğu; Batı kültürüyle Doğu geleneklerini -şeklen- birleştiren kadın tipidir. Romanlarda idealize edilen kadın öğretmen tiplemeleri, gerçekten de Cumhuriyet kadını için bir model oluşturmuştur.
Öğretmenden yansıyan umut
Samim Kocagöz’ün ''Bir Şehrin İki Kapısı'' (1948), Ege’nin zengin kasabası Söke’de süren toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatı bütün yönleriyle yansıtır. Cumhuriyet’in temsilcisi idealist aydınlarla, geçmişin bütün kötülüklerinin vücut bulduğu feodal artıklar arasındaki kavgada, öğretmenden yansıyan umut, yazarın Cumhuriyet’in geleceğine duyduğu inancın göstergesidir. 1958 yılında yazılıp aynı dönemi işleyen Sunullah Arısoy’un ''Karapürçek'' romanında da aydınlatıcı rolüne bir öğretmen yerleştirilir. Karapürçek adlı dağ köyüne gelen öğretmenin köylülerle kaynaşması, onlara ilim irfan göstermesi ve çıkarları zedelenenlerce köyden uzaklaştırılması tarzında özetleyebileceğim hikâyesinden de anlaşılacağı gibi, ''Yaban''ın izinden giden, bütün şablonların yerli yerinde kullanıldığı ve yazarın bağlandığı tezleri taşıyan ideolojik bir araç ''Karapürçek''. Reşat Nuri Güntekin’in benzer bir şekilciliğe düştüğü ''Kan Davası'' (1962) romanı ise, bir Ege köyüne atanan öğretmenin köyde sürüp giden kan davasına son vermesi ve kendisinin de mutluluğa ermesiyle, Güntekin’in Cumhuriyet yıllarında yazdığı diğer romanlarından ayrı bir atmosferdedir.
Köy Enstitülüler köylerine dönerken
Küçük burjuva aydının Anadolu’ya gidişinin romana konu edinilmesi, Türk toplumunda aydın - halk ilişkisini sergilemesi açısından önemli görünüyor. En iyi anlatımını, Tahir Kutsi Makal’ın ''Acı Yol'' (1964) adlı öykülendirilmiş gezi notlarında ''Ve sen de mecbursun Türk aydını, Anadolu’yu sevmeye mecbursun... Ve Türk aydınları Anadolu yollarına düşmeli. Dinlemeli. Dertlere derinliğe eğilmeli'' sözlerinde bulan öncülük görevinin küçük burjuva aydının temel karakteristiği haline gelmesini ve dönemlere göre değişimini, sanıyorum romanlardan başka hiç bir yerde bu kadar canlı bulmak mümkün değildir.
Yaşar Nabi Nayır’ın ''Bir Orta Anadolu köyünün acı gerçeği, bana öyle geliyor ki bütün çıplaklığıyla ilk defa olarak bu kitapta dile geliyor. Gerçi köylerimizin durumuna dair daha önce de bazı şeyler yazılmıştır. Ancak bunlar ya iktisadi, içtimai araştırmalar ya da köye şöyle bir uğramış aydınların müşahedeleriydi. Hâlbuki bu kitap doğrudan doğruya köyde doğmuş, köyde yaşayan bir köylü çocuğunu şahadetidir. Büyük kıymeti bu yüzdendir... ''Bizim Köy''de karşılaştığımız bir başka yenilik de Köy Enstitüleri’nin kuruluşundan sonra girişilen okutma seferberliğinin seyri ve neticeleri üzerinde bizi düşünmeğe sevk edecek müşahedelerle dolu olmasıdır'' önsözü ile yayımlanan Mahmut Makal’ın ''Bizim Köy''ü (1950) ile birlikte köy romanları kanonunun ve kanon içindeki öğretmen kimliğinin yeni standartları belirginleşir; artık öğretmen köyün içinden gelir, taassup yuvasına bilginin ışığını taşır, sorunları ilgili makamlara rapor eder ve romanların edebiyattan çok belgesel nitelikleri ağır basar... Yeni öğretmen tipinin yazının ilk bölümünde sözünü ettiğim fedakâr kentli aydından farklı; mümkün olduğunca ‘organik’ bir aydın tipi olduğu açıktır.
Sabahattin Eyüboğlu simgesi
Burada yeri gelmişken Köy Enstitüleri’nden ve simgesel bir kişiden, Sabahattin Eyüboğlu’ndan söz etmek hakkaniyetli olur; çünkü fedakâr öğretmen misyonunu üstlenen birkaç kuşak köy çocuğunun eğitimini planlayan Cumhuriyet aydınlanmacılarının tipiğidir Eyüboğlu. Dünya Klasikleri ile köy çocuklarını / yazarlarını tanıştıran odur. Eyüboğlu ve arkadaşları Anadolu köylerinin cehaletini bir ‘şok’la aydınlatacaklarını düşünerek, büyük bir inanç, samimiyet ve heyecanla aydınlanmanın sembolü saydıkları evrensel değerleri köylere taşımışlardı. Şimdi size tuhaf gelebilir; ''Açıkhava Tiyatrosu’nda geçen hafta yatak çarşaflarından kostümlerle Julius Sezar oynandı, bu hafta Enstitülülerin yazdığı Bizim Köy piyesi oynanıyor,'' diye yazar bir mektubunda Eyüboğlu. Bir başka mektubunda, ilk oynanacak oyunlar olarak Moliere, Sheakespeare, Beaumarchais ve Gals Worthy’nin eserlerini önerir.
Köy Enstitüleri’nin idealist öğretmenleri için ‘Aydınlanma’ kapalı, yetkin bir yaşam kalıbıydı: ''Öyle bir belirli yaşam ve sanat, duygu ve düşünce biçimi vardı ki, düzgündü, haklıydı, doğruydu ve nesneldi ve biz onu yeterince bilirsek başka insanlara da öğretilebilirdi. Sorunlarımızın bir çözümü vardı ve biz o çözüme uygun bir yapı kurup da kendimizi bu yapıya uydurmaya girişebilirsek, hem düşünce sorunlarına hem de eylem sorunlarına yanıtlar elde edebilirdik''. Aslında bu aydınlanmacı ideal için verilen kavga, tam da romantiklere özgü bir tavırdı; iktidarı, devleti, Cumhuriyet’i kendi içinde özümlemek, kendisini onunla bir hale getirmek ya da kendini onun içinde eritmek girişimiydi. Öğretmenlik mesleğine bugün hala kullanılan ‘kutsallık’ sıfatını veren, tam da bu girişimdi.
Cumhuriyet’in bir daha eşi benzeri görülmeyecek eğitim seferberliği içerisinde öne atılan öğretmenlerin romanlardan yansıyan çığlığı, ‘toplumun dışına itilmişin, sürgünün, üstinsanın, ruhu fazla geniş olduğu için var olan dünyaya dayanamayan adamın tipik sesidir’! Ne yazık ki, diğer bütün kesimlerle birlikte -özellikle büyük kentlerde- öğretmenler de var olan dünyaya ayak uydurmak zorundalar. Çığlıkları ise o uyum sağlandığı ölçüde sessizleşiyor. Belki de Perry Anderson’un vurguladığı gibi ''Bugün en çok ihtiyacımız olan şey, İncil’dekine benzeyen sözlerden ziyade Aydınlanma ruhudur''.

Öyle bir Öykü...

Zamanın " iyi ve üretken olarak kullanımı" konusunda düzenlenen kursta öğretmen: "Hadi, küçük bir sınav yapalım" demiş. Ve masanın üzerine kocaman bir kavanoz koymuş. Sonra bir torbadan irice kaya parçaları çıkarmış, dikkatle üst üste koyarak kavanozun içine yerleştirmiş. Kavanozda taş parçası için yer kalmayınca sormuş: " Kavanoz doldu mu?" Sınıftaki herkes, "evet doldu" yanıtını vermiş.
"Demek doldu ha!" demiş hoca. Hemen eğilip bir kova küçük çakıl taşı çıkarmış, kavanozun tepesine dökmüş, kavanozu eline alıp sallamış, küçük parçalar büyük taşların sağına soluna yerleşmiş... Yeniden sormuş öğrencilere: "Kavanoz doldu mu?" İşin sanıldığı kadar basit olmadığını sezmiş olan öğrenciler, "Hayır, tam da dolmuş sayılmaz" demişler.
"Aferin" demiş zaman kullanım hocası. Masanın altından bu kez de bir kova dolusu kum çıkarmış. Kumu kaya parçaları ve küçük taşların arasındaki bölgeler tümüyle doluncaya kadar dökmüş. Ve sormuş yeniden: "Kavanoz doldu mu?"
"Hayır, dolmadı" diye bağırmış öğrenciler. Yine "Aferin" demiş hoca.Bir sürahi su çıkarıp kavanozun içine dökmeye başlamış.
Sormuş: " Bu gördüklerinizden nasıl bir ders çıkardınız?" Atılgan bir öğrenci hemen fırlamış: "Şu dersi çıkardık. Günlük iş programınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman yeni işler için zaman bulabilirsiniz."
"Hayır" demiş öğretmen. "Çıkarılması gereken asıl ders şu: Eğer büyük taş parçalarını baştan kavanoza koymazsanız daha sonra asla koyamazsınız." Ve tabi herkesin kendi kendisine sorması gereken şu soruyu sormuş: "Hayatınızdaki büyük taş parçaları hangileri? Onları ilk olarak kavanoza koyuyor musunuz? Yoksa kavanozu kumlarla ve suyla doldurup büyük parçaları dışarıda mı bırakıyorsunuz?

Öğretmen Hikayeleri 1

Öğretmenin adı Bayan Thompson'du ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Bu mümkün değildi, çünkü orada en önde, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı.
Adı Teddy Stoddard. Bir önceki yıl, Bayan Thompson Teddy'i gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü ve Teddy mutsuz da olabilirdi.
Çalıştığı okulda Bayan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti ve Teddy'nin bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı.
Çünkü birinci sınıf öğretmeni:
"Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu Ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.
İkinci sınıf öğretmeni:
"Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu.
Üçüncü sınıf öğretmeni:
"Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek.“ diye yazmıştı.
Dördüncü sınıf öğretmenine gelince:
"Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti. Şimdi Bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Öğrenciler ona güzel kâğıtlara sarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş yeni yıl hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı kaba kahverengi bir kese kâğıdına beceriksizce sarılmıştı. Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi.
Bazıları, paketten çıkan sahte taşlardan yapılmış, birkaç taşı düşmüş bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı. O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek; "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.
Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vazgeçerek onları eğitmeye başladı. Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekâsının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu.
Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy, onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti. Notunda liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Thompson'un hâlâ hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu. Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarf etmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompson hâlâ onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi. Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve hâlâ Bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.
Bu hikâye burada bitmedi. İlkbaharda bir mektup daha aldı Bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Babasının birkaç yıl önce öldüğünü, Bayan Thompson'un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi. Tahmin edin ne oldu?
Bayan Thompson törene giderken özenle sakladığı birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı, Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi.
Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy, onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler Bayan Thompson, kendimi önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için de..." diye fısıldadı.
Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Yanılıyorsun Teddy... Ben değil, sen bana öğrettin. Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum..!"

12 Mart 2005 Cumartesi

İnternet ve Öğretmen

Yanılıyorsam biri beni uyarsın. Arama motorlarında öğretmen, eğitim, okul gibi mesleki terimleri girdiğimde aldığım veriler; beni sürekli içinde planların, zümrelerin, eğitsol kol tutanaklarının olduğu bir yığın siteye yönlendiriyor. Hatta bir çoğu içerikten yoksun olmakla yetinmeyip, bu işi bir şekilde ticarete dönüştürmeyi dahi başarmışlar. Bu sayfayı hazırlarken sağ tarafta eğitimle ilgili linkler oluşturmayı tasarladım. Ancak ne yazık ki kimseye buyurun bu site fevkalade güzeldir önerisinde bulunamıyorum. Birileri bugünlerde bir iyilik yapsa; şu plan zıkkımını kaldırsa, bir dolu insanın bu internet denen meluna bir daha el sürmeyeceği kesin.
Sanırım yeni bir toplumsal çağda yaşıyoruz: NeoToplayıcılık.

11 Mart 2005 Cuma