31 Ekim 2008 Cuma

Neden Açık Hava Okçuluk Yarışması ?

- Konuşmadan duramıyorum, dayanamıyorum kardeşim!
-Milletin parasını en doğru ve en iktisatlı şekilde değerlendirmek lazım değil mi ?

- En çok ben istedim Türkiye' ye Korel' li bir antrenör veya danışmanın gelmesini. Çünkü bir kaptan lazımdı milli takıma, ayrıca temelden bir Türk okçuluk atış tekniği üretmek lazımdı, Türk antrenörlerinin yetiştirilmesi lazımdı.
- ( Aynen katılıyorum aşağıda yorum yapan arkadaşlarıma; ne gerek vardı bu yarışmaya, önümüzdeki mart ayında Okçuluk Salon Dünya şampiyonası var. Hangi mantıkla bu yarışmaya 20 bin YTL. harcanıyor. Yap salon yarışması da Salon Dünya Şampiyonası için bir kriter olsun, sonra salon için kampını yap, ben hiç bir şey anlamadım inanın.)
- Konumuza devam edelim; Korel' li antrenör gelir ve senin kurduğun okçuluk sisteminde görevini yapar ,zincirin bir halkası olur. Ama sen Kore' li antrenör bunu dedi,Kore' li öyle yapacak dersen olmaz. Adama veriyorsan beş bin dolar gerekirse pas pas yaptıracaksın, gerekirse hedef de taşıttırcaksın, verdiğin para milletin parası. Önüne bir amaç koyacaksın hocanın; belli zamanda şunlar yapılacak ve sonrada ne kadar başarılı olmuş takip edeceksin, gerektiğindede güle güle kardeşim diyebileceksin. Allah için Kore' li hocamız çok iyi bir okçuluk antrenörü ve her şeyi vermeye hazır, o halde çalıştır hocayı, tüm bilgisini bizim antrenörlerimize versin. Antrenör yetiştirsin,altyapıdan sporcu yetiştirsin, hocayı çalıştır, al bilgisini, kitap yap kardeşim !
- Ama hala İnanıyorum ki bu dönemde Türk okçuluğunda güzel gelişmeler olacak inşaallah. Çünkü artık kimse başarısızlığı hazmedemiyor ve okçuluk yönetimi de başarılı olmak zorunda.
- Daha öncede söylediğim gibi benden yardım isterlerse, her zaman yardıma hazırım. Okçulukta başarılı olmak için nasıl bir sistem gerektiğini biliyorum ve bu sistemi nasıl kuracağımı da biliyorum.
(Aşağıya üretken yorum yazan duyarlı tüm spor dostlarına teşekkür ederim.)
Adsız dedi ki...
Bakınız bu hafta sonu Antalya'da Gençler ve Büyükler Türkiye şampiyonası adı altında Federasyon Müsabaka düzenliyor. Şimdi Türkiyede okçulukla ilgili olan herkes biliyorki açık hava müsabaka sezonu kapandı 4-8 Mart 2009 tarihleri arasında Polonya'da Salon Dünya Şampiyonası yapılacak şu dönemde Açık Hava yarışması düzenlemenin akılla mantıkla ne alakası var sözümona önümüzdeki yaz sezonu için milli takım seçmesi olacakmış ne alakaya ne maydonoz ne gerek var bu açık hava müsabakasına bu dönemde önünüzde Kapalı salon Dünya şampiyonası varken bütçeniz fazlamı verdide para harcamaya yer arıyorsunuz
31 Ekim, 2008
Adsız dedi ki...
enson bildiğimiz kadarı ile Mayıs 2008'de Genç Büyük Türkiye Şampiyonası düzenlendi peşinden Antalya Grand Prix'i yapıldı aradan 5 ay geçiyo hiç yarışma yok Açıkhava sezonu kapanıyor Açıkhavada yapılan son sezon müsabakası Gençler Dünya Şampiyonası bundan sonra 2009 Yazına kadar Açıkhava müsabakası yok ne alaka ise Kasım ayında açıkhava müsabakası düzenleniyor biz bir anlam veremedik yakın zamanda bir uluslararası açıkhava müsabakası yapılacakta Federasyon haricinde milletin haberimi yok?
31 Ekim, 2008
Adsız dedi ki...
Duyduğumuza göre bu yarışma gelecek yaz sezonu için Milli Takım seçmesi olacakmış iyide bu müsabaka tek başına seçme yapmak için kritermi? kaldıkı 2x70m. müsabakası ile seçme yapılması ne kadar mantıklı neden Genel 4 mesafe üzerinden yapılmıyor ayrıca bu seçme müsabakası ise neden bu kadar geç bir tarihe alınıyor kaldıki açıkhava sezonu kapanmışken ve önümüzde yakın bir tarihtede uluslararası bir açıkhava müsabakası yokken.
31 Ekim, 2008
Adsız dedi ki...
Arkadaşlar iyi güzel yazmışsınızda bu sorularınızın muhattabı federasyon bence federasyonun resmi sitesine yazın bakalım cevap vereceklermi?
31 Ekim, 2008
Adsız dedi ki...
Federasyonun sitesine yazmaya gerek yok sonuçta burasıda okçuluk camiasının ortak kürsüsü sayılır eğer merak edipte burayı takip ediyorsalar burayada cevap yazabilirler ayrıca federasyonun sitesinde buraya benzer bir yorum sayfasıda yok akıl edip düzenlerlerse orayada isteyen istediğini yazar
31 Ekim, 2008
Adsız dedi ki...
Rıdvan hocam hangi 20000 YTL.siz onu 2x20000 deyiverin daha makul olur. 198 sporcu +Hakemler+idareciler+ organizasyon giderleri vs. belki federasyonun kendi harcaması 20000 tutar biliyorsunuzki müsabakada ilk 8 ve derece alan sporculara harcırah ödeniyor diğer sporcuların maliyetinide hesaba kattığınız takdirde rakam 2'ye katlar geçebilirde.
01 Kasım, 2008
Adsız dedi ki...
Benim düşüncem Milli Takımın başına dışardan teknik adam getirmeden önce getirilmesi düşünülen şahsın önce Türkiye'de okçuluğun durumu nasıl ne eksikleri var bu ülkenin sosyo ekonomik yapısı nedir bu spor bu ülkede ne şartlarda yapılıyor önce bunu iyice araştırmalı yapabilecekleri hakkında federasyon kendisinden bir rapor hazırlamasını talep etmeli ve tüm bölge idarecileri ile genel bir toplantı yapılarak teknik adamın hazırlayacağı kendi gözlem ve araştırmalarına dayanan raporun incelenmesi neticesinde alınacak kararlar doğrultusunda hareket edilmeliydi ama böyle yapılmadı Kore'li bir teknik adam piyangodan çıkar gibi Milli Takımın başına getirildi. tabiki bu tercihin yapılmasında Kore'nin Dünya Okçuluğundaki konumuda gözardı edemeyiz ancak Koreli Teknik adam kendi ülkesinin şartlarında başarılı olabilir ama Türkiye şartlarında neler yapabilecek bunu sözleşmesi bitene kadarki zaman zarfında hepberaber göreceğiz. umarız ne bizler nede kendisi hüsrana uğramaz
01 Kasım, 2008
Adsız dedi ki...
Bu müsabaka Açıkhava değil salon müsabakası olarak düzenlenmeliydi önlerinde 4 ay sonra Salon Dünya şampiyonası varken bu açıkhava müsabakası ne amaca hizmet ediyor madem açıkhava müsabakası yapacaktınız son 5 aydır yaz dönemi içinde neden yapmadınız yapılan iş savurganlıktan başka birşey değil
01 Kasım, 2008
Adsız dedi ki...
Koreli Hoca takımın başına geçeli 10 ay gibi bir süre oldu ama daha hiç bir radikal reel bir çıkış göremedik halen daha Türkiye şartlarına adepte olabilecek bir plan geliştiremedi anlaşılan, kaldıkı bu hocanın Türkiye'yi ve Türkiye şartlarınıda algılayabildiğini sanmıyorum.
01 Kasım, 2008
Adsız dedi ki...
Bencede birileri hocaya Türkiye şartlarını gerçekçi olarak anlatmalı buraya gelmeden önce ne düşündü kendisine ne anlatıldı bilemiyoruz ama zaman daralıyor ve takımın başında 1'inci yılınıda doldurmak üzere ve açıkçası Türk Okçuluğu hakkındaki plan ve projeleri neler nasıl bir hazırlık planlaması içinde federasyondan bir takım talepleri oldumu bu taleplerinin ne kadarı onaylandı reel hedefleri neler malesef hükümet sırrıymış gibi bu konularda kimsenin bilgisi haberi yok biz hocayı takımın başına getirdik o ne gerekiyorsa yapar mantığınıda hiç doğru bir yaklaşım olarak görmüyoruz.
01 Kasım, 2008
Adsız dedi ki...
Yarışma sonuçlarını gördükten sonra bu müsabakanın %90 çalışılmadan hazırlıksız yapıldığı belli oldu. puanlar milli takım seçmesi kriteri olabilecek düzeyde bile değil bu sonuçlarla takım oluşturulacaksa ayıp olur. Son Türkiye Şampiyonasındaki puan ortalaması bile bundan daha yüksekti.
02 Kasım, 2008
Adsız dedi ki...
Biz federasyonun sağlıklı bir Milli Takım seçme kriterine sahip olduğunu düşünmüyoruz, çünkü hangi kriterlere göre sporcu değerlendiriliyor o bile belli değil Kimi zaman sporcunun müsabakalara katılım oranı kimi zaman puan ortalaması baz alınıyornet bir kıstas yok sporcu başarılı bir grafik sahibide olsa sezon içinde 1 veya 2 müsabakaya katılamadı diye takım dışında bırakılabiliyor sezonun en iyi puanını çıkarmış olsa bile kaldıkı Federasyonun Türkiye şartlarında sporcuya her müsabakaya katılım şartı aramasıda mantıklı değil böyle bir şart ancak Okçuluk'ta Profesyonelliğe geçilmesi durumunda söz konusu olabilir şu anki mevcut durumda değil.
02 Kasım, 2008
Adsız dedi ki...
Kimin planlı programlı çalıştığı varki Federasyonun bile resmi sitesinde yayınladığı faaliyet programlarına ve Yarışma tarihlerine çoğu zaman uyduğuda yok kendilerince bir mazeretleri vardır. Mutlaka, ama resmi bir kurumunda güvenilirliği olması için düzenlediği programlarda bir tutarlılık olması gerekir. laf olsun diye faaliyet programı düzenlenmez herhalde
02 Kasım, 2008
Adsız dedi ki...
Bence vakit geçirmeden Salon şampiyonasının yapılması şart, Dünya Salon Şampiyonasına çok bir zaman kalmadı ne zaman müsabaka ve Kamp yapılacak sporcuların eksikleri tamamlanacak henüz belli değil böyle giderse gene geç kalınacak.
02 Kasım, 2008
Adsız dedi ki...
Sayın Başkana yeni dönemde başarılar diliyoruz umarız böyle sitelerde ki öneri ve eleştirileri de takip ediyorsa dikkate alır.
02 Kasım, 2008
Adsız dedi ki...
Pek kimsenin burada yazılanlara kulak astığını zannetmiyorum uzun zamandır takip ediyorum okçulukta hiçbir otorite burada yapılan eleştiri ve önerilerle ilgili resmi bir açıklamada bulunmuyor demekki alakadar olan yetkili bir merci yok boşuna kendinizi yormayın arkadaşlar kendiniz çalıp kendiniz dinliyorsunuz.
03 Kasım, 2008
Adsız dedi ki...
Allah sonumuzu hayır etsin
03 Kasım, 2008

30 Ekim 2008 Perşembe

LEYLA'NIN EVİ

Zülfü Livaneli…. Çok takdir ettiğim bir sanatçıdır. Gençken o kadar çok severdim, o kadar çok beğenirdim ki. Hala severim. Albümleri evde hala dizi dizi dururlar. Hiç birine kıyamam. Her şarkısının, her parçasının çok anlamı vardır bende. Yorumculuğu ve müziğinin yanında yazarlığını da çok severim. Yazarın dördüncü romanı olan Leyla’nin Evi’nde, yaptığı tahliller zayıf olsa da, İstanbul tasvirleri çok güzel. Osmanlı ailesinden gelen bir kadının aile yadigârı konağını, müştemilatını kaybetmesi ve kapının önünde oturması ile başlar roman. Üç farklı karakteri birleştirmiş, Osmanlı hanımefendisi Leyla-Uşak Ali Yekta ve Alamancı Hiphopcı Roxy (Rukiye). Yakın tarihimizden üç büyük olaydan da sözetmektedir. Balkan Harbi, Kurtuluş Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı. Çok muhteşem bir kitap değil belki ama Zülfü Livaneli’nin Türkçeyi kısıtlı kelimelerle değil de ustaca kullanımı sayesinde harika bir roman çıkmış ortaya. Çok dokunaklı ve içten olan bu romanı herkese kesinlikle tavsiye ediyorum.

29 Ekim 2008 Çarşamba

Okçuluğu Seviyorum

- Okçuluk sporuna beş yaşında başladım.
- Köyde dedem ilk yayımı yapmıştı bana ılgın ağacından; baş parmak kalınlığındaki ılgın ağacın dalını eğip kınnap ipiyle iki dal ucunu bağlamıştı, damın üstüne saçak niyetine konulmuş kamışlardan bir tane çekip ucuna üçgen kesilmiş tenekeyi kıvırıp taktı. Takılan bu uca biz şip derdik o zaman. Sazın (kamışa da saz derdik) arka tarafına çakıyla çentik açtı, oku kınnap ipin üzerine taktı, kınnap ipini 40-45 cm. çekip yayı gerdi ve ok yaklaşık 40 m. ileriye fırladı gitti. İlk okçulukla böyle tanıştım 1973 yılında. Ama bu Türk köylüsü nasıl bildi, nerden gördü de bu yayı, oku yaptı ? Hepimiz yapmadık mı çocukluğumuzda yay ve ok. Evet yaptık ama içimizden geldi de yaptık, neden yaptığımızı bilmeden yaptık çünkü, bizim kanımızda var okçuluk .
- Ve tüm engellemelere rağmen çok şükür bu güne kadar geldik, sizin için okçuluğu elimden geldiği kadar objektif olarak araştırıp, irdeleyip sunmaya çalışıyorum.
- Kanımızda dolaşan okçuluk, yabancı bir spormuş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Okçuluğu okçuluk yapan Türkler, günümüzde okçuluk sporuna karşı yabancılaştırılmıştır. Oysa ki Osmanlılar zamanında sadece İstanbul' da okçuluk malzemesi üreten iki yüzün üstünde imalathane vardı. Şimdi koskoca Türkiye' de bir tane bile yok, yazık. Yay ve ok yapma zanaatı malesef bize aktarılamadan bitti. Rahmetli Selim Sırrı Tarcan' ın anlattığına göre; '' en son, yay ve ok yapan ustamız 1930' lu yıllarda ölmüş, ustamız son zamanlarında sigara ağızlığı yapıp satarmış İstanbul' da''. Sahip çıkamadık ecdat yadigarımıza, en güzel kültür bağımızı koparttık ne yazık ki.
- Edirne' de, Gelibolu' da, Bursa' da, İstanbul' da ve o zamanlar Osmanlı toprağı olan Mısır' da, alanları onlarca dönüm olan Ok Meydanları mevcuttu. Ok meydanlrında sadece Okçuluk sporu yapılır, yabancılar bu alanlara giremezdi. Çok güzel bir hiyerarşik sisteme sahip olan Ok meydanları şimdiki kulüplerden çok daha üretkendi. İnanılmaz bir disiplin ve saygı vardı, usta çırak ilşkisinin yanısıra askeri eğitime de sahipti. Yıllarca okçu olmak için uğraş verenler ustasından kabza alamazlarsa ağlayarak Ok meydanına veda ederlerdi. Ok meydanından kabza alarak çıkanlar gerçekten tam bir okçu, tam bir asker, tam bir keskin nişancı ve tam anlamıyla sporcu olurdu.
- İnsanımız malesef kitap okumayı pek sevmiyor, ben de bunu bildiğim için internet ortamında gerçek okçuluğumuzu anlatmaya çalışacağım. Zaman zaman günümüz okçuluğuna değinsemde esas düşüncem bu günkü okçuluğumuzu atalarımızın çalışma sistemi üzerine oturtmak. Yani o zamanki okçuluğu inceleyip günümüze uyarlayabilmek. Amerika, Türk-Osmanlı okçuluğunu çok iyi araştırmış; hem okçuluk malzemelerini hemde ok atış tekniklerini günümüze uyarlayıp 1940' lı yıllardan sonra kullanmaya başlamıştır. Ki bunu yapan yabancı bir devlet, biz de Kore ok atış tekniği mi güzel ,yok İtalyan okçuluğunumu örnek alsak falan filan ; dön özüne de kendin üret, aç arşivlerini de incele. Günümüz için okçulukta başarı nasıl elde edilir, kendi öz sistemini ve atış tekniğini koy ortaya, nerede !
- Daha fazla bu konuyu uzatmayacağım, bundan sonraki blog yazılarımda Türk-Osmanlı Okçuluğu' nu belgelere ve yazılı kaynaklara dayalı olarak elimden geldiği kadar detaylı anlatmaya çalışacağım inşaallah.

28 Ekim 2008 Salı

Meslek lisesi mezunlarına müjde


YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan katsayı adaletsizliğinin kalkacağını açıkladı. Yüksek öğretimle ilgili bir radikal öneri de Cumhurbaşkanı Gül'den geldi.

Meslek lisesi mezunlarına müjde

Üniversite kapısından dönen lise mezunlarına müjde. Artık her lise mezunu üniversiteli olacak.

Müjde bizzat yüksek öğretimin başındaki isimden geldi. YÖK Başkanı bugün meslek liselileri de sevindirdi. Ve katsayı adaletsizliğinin kalkacağını açıkladı.

CUMHURBAŞKANI ABDULLAH GÜL:

üksek öğretimle ilgili bir radikal öneri de Cumhurbaşkanı’ndan geldi. Cumhurbaşkanı Gül, "Rektör seçiminde yetkilerimi devretmeye hazırım" dedi.

Dünya üniversiteleri bilimde çığır açıyor. Türkiye'de ise yüksek öğretim kısır rektör seçimi tartışmalarının gölgesinde kalıyor.

Eğitim sistemimizdeki bu soruna Abdullah Gül'den bugün radikal bir çözüm önerisi geldi. Cumhurbaşkanı Gül, "Rektörleri belirleme yetkimi devretmeye hazırım" dedi.

Rektör seçimi tartışmalarının üniversitelerde derin yaralar açtığını düşünen tek isim Cumhurbaşkanı değil. YÖK Başkanı da bu konuda Cumhurbaşkanı Gül'le benzer düşüncelere sahip.

YUSUF ZİYA ÖZCAN

YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, yürüttükleri çalışmalardan söz ederken, "en önemli konunun, mesleki ve teknik eğitimi seçenlerin seviyenlerini yükseltmek ve önlerindeki engelleri kaldırmak olduğunu" vurgulayarak, "Bu amaçla, meslek liselerinden başlamak doğru olacaktır ve bu liselere sınavla öğrenci alınması için Milli Eğitim Bakanlığı ile görüşmelerimiz devam etmektedir" dedi.

Meslek liselilere uygulanan katsayı uygulamasının, "onların gelişimini önlemeyecek hale getirileceğini" ve "dikey geçiş imkanlarının olabildiğince artırılacağını" bildiren Özcan, "Halen, üzerinde çalıştığımız ÖSS sistemi ile üniversiteye giriş daha çağdaş bir hale gelecek ve sorunlar kendiliğinden çözülecektir." dedi.

Yusuf Ziya Özcan, TÜSİAD tarafından Avrupa Üniversiteler Birliği Kurumsal Değerlendirme Programı'na hazırlatılan "Türkiye'de Yüksek Öğretim: Eğilimler, Tartışmalar ve Fırsatlar" başlıklı raporunun sunumu amacıyla Sheraton Oteli'nde düzenlenen toplantıda konuştu.

Yükseköğretim sistemine ilişkin bilgi vererek, yürüttükleri çalışmaları anlatan Özcan, diğer ülkelerin eğitime ilişkin sorunlarından farklı olarak Türkiye'deki en önemli sorunun, üniversite öğretimi talep eden ortalama 1,5 milyon mezununa üniversitelerde yer bulmak olduğunu belirtti.

Bu problemi çözebilmek için farklı yaklaşımlar uyguladıklarını söyleyen Özcan, kontenjanlardaki artışı ve taban puanların düşürülmesini örnek gösterdi.

Özcan, ayrıca vakıf üniversitelerini desteklediklerini, yaratacakları kapasite artışının yükseköğretim sistemi için yararlı olacağını düşündüklerini vurgulayarak, "Yeni açılan üniversite kontenjanları, ikinci öğretimdeki genişlemeler, Açık Öğretim'in bütün bölümlerinin herkese açık hale gelmesi ve yeni uzaktan öğretim programları sayesinde önümüzdeki yıllarda bütün lise mezunu öğrencilerimize üniversite imkanı sağlanacaktır" diye konuştu.

Yüksek öğretim sisteminin, ikinci öncelikli sorununun, öğretim üyesini ihtiyacını karşılamak olduğuna işaret eden Özcan, yürütülen çalışmaları anlattı ve sonuçların gelecek yıllarda alınacağını söyledi.



23 Ekim 2008 Perşembe

EMİN MİSİN?

Yağmurun birgün dinmeyeceğinden, hiç bitmez görünen yaşam ırmağının bir gün kurumayacağından, seni alıp diyardan diyara gezdiren rüzgarın duruvermeyeceğinden emin misin?

Hep atan yüreğinin duruvermeyeceğinden, gören gözünün hep göreceğinden, duyan kulağının hep duyacağından emin misin?


"Ben olmazsam olmaz" dediğin işlerin hiç bir zaman sensiz yapılamayacağından, sen olmazsan dünyanın duruvereceğinden, seslendiğinde titrettiğini sandığın şu dağların hep emrinde olacağından emin misin?


Sana uzanan ellerin hep yanında olacağından, yüreğini verdiklerinin birgün sırtlarını dönüp gitmeyeceğinden emin misin?


Boynuzsuz koyunun, boynuzlu koyundan hakkını alacağı günde; balıklardan kuşlara, ağaçlardan güneşe, üzerindeki mesajları okuyup anlamadığın yaratılmışların senden şikayetçi olmayacağından emin misin?


Karanlığın içinde kaybolup giden çığlıkları duyabildiğinden, yüreğindeki ışıktanbaşkalarına da verebildiğinden emin misin?


Güzel bir yaşam yaşadığından, yapabileceğin herşeyi yaptığından emin misin?


Tüm bunlar için bir kez daha fırsatın olacağından gerçekten emin misin?


(İnternetten Alıntı)

22 Ekim 2008 Çarşamba

DİNLİYORUM

Bu aralar çok sevdiğim "Yeni Türkü" grubunun 1988 yılında çıkarmış olduğu "Yeşilmişik" albümünü dinliyorum. O kadar güzel, o kadar içli ki.... Canım kocamla tanıştığımız günlerde araba dinlediğimiz tek albüm buydu. Bendeki yeri çok ayrı ve çok özel.


MASUMİYET MÜZESİ

Sabırsızlıkla, heyecanla, merakla beklediğim kitabıma sonunda kavuştum ve yedim bitirdim, yuttum. Beni tanıyanlar bilirler “son çıkanlar”ı okumayı sevmediğimi. Ama “benim” yazarlarımda bu kural delinir. Ve mutlaka o kitabın ilk baskısının elimde olması için çaba harcarım. Saplantı işte J

“Masumiyet Müzesi”…. Kitabın çıkması o kadar az zaman olmasına rağmen o kadar çok şey yazılıp çizildi ki, olumlu olumsuz. Gerçi kitap piyasa çıkmadan başladı eleştiriler. Elimden geldiğince tüm yazıları takip etmeye çalıştım. Kaçırdıklarımı ise dostlarım bana haber verdiler, sağolsunlar. Bu kadar yazılanlardan anladım ki; Orhan Pamuk’u sevenler gerçekten çok seviyor, sevmeyenler ise gerçekten nefret ediyor ve yazar ağzı ile kuş tutsa sevmeyecekler. Ne kadar üzücüdür ki, bu sevmeyenler da bu yazarın romanlarını okumazlar ve bu muhteşem roman okuma ve zevkinden mahrum olurlar.

Kitabın ruhuma bıraktığı etkiler hala devam etmekte; romanın kahramanlarıyla birlikte yaşıyorum hala. Öyle benimsemişim ve öyle içime işlemiş ki roman, çevremdeki insanlara bile roman kahramanlarının adıyla hitap etmeye başladım. Ancak, Nobel Ödülü alan bir yazarın bu romanında hayal kırıklığı yaşamadım dersem yalan olur. Gereksiz ayrıntılar ve cinselliği ön plana çıkarması, anlamsız tekrarlardan ve yer yer cümle-anlatım bozukluğu, özne-yüklem çatışması, bende yarattığı hayal kırıklıkları. Romanı kendi ağzından yazmış olması büyük bir başarı. Romancılık tekniğinde çok zordur birinci tekil şahıstan 592 sayfalık bir kitap yazmak. Bence bir aşk romanından daha çok bir kişinin içinde yaşamış olduğu takıntı durumunu işlemiş bu roman. Dili çok iyi kullanmış ama daha da sürükleyici olabilirdi. Özellikle 300–450 sayfaları arasında bir durgunluk var. Bu durgunluğun ardından tekrar akıcılık devam etmektedir. Karakter betimlemeleri çok zayıf. Ana karakter dışında hiç bir karakteri tanımıyoruz, yeteri kadar bilgi mevcut değil ne yazık ki. Bir de dikkati çeken, eşyaların gizemini oldukça güzel anlatması. Orhan Pamuk farkı burada ortaya çıkıyor bence.

Romanın konusuna gelince ki bence herkes biliyor ama ben yine birazcık bahsedeyim. 1975 yılları….Zengin bir ailenin 30 yaşlarındaki oğulları Kemal ile uzaktan akrabası olan, fakir, tezgâhtarlık yapan, üniversite sınavına hazırlanan 18 yaşındaki güzel Füsun’un arasındaki aşkı anlatmaktadır. Bu aşk zamanla hayranlığa ve bir takıntıya dönüşmektedir. Bu arada Kemal Sibel ile evliliğe hazırlanmaktadır. Uzun zamandır görmediği Füsun’a âşık olur. Hücrelerine kadar işleyen bu aşk hayatı boyunca onu terk etmez. Füsun’a duyduğu bu çok yoğun duygular, Sibel’den uzaklaşmasına neden olur. Ve bir süre sonra Kemal nişanı bozar. Kemal ve Sibel’in nişan gecesinden sonra Füsun ise kayıplara karışır ve Kemal deli divane bir biçimde Füsun’u arar. Bu aradığı zamanlarda yaşadığı duygular ise artık bir takıntı, saplantı olmuştur. Sonunda Füsun’u bulur ama artık evlenmiştir. Annesi ve babası ile birlikte yaşayan Füsun’un evine tam 7 yıl 10 ay haftanın dört gecesi yemeğe gider. Füsun’un Kemal duyduğu duygular ise biraz buğulu kalmış. Onun için en değerli varlığı, bekâretini vermesi, Kemal'e yoğun duygular beslediğinin işareti bence.

Roman Kemal’in ağzından yazıldığı için bazı satırlarda “acaba Kemal, Orhan Pamuk mu?” sorusunu aklınıza takılıyor. Bence kesinlikle Orhan Pamuk, kendini biraz da Kemal de anlatmış gibi. Çünkü bu kadar düşünce yoğunluğu ve bu kadar saplantılı, tutkulu bir aşk bence yaşanmadan yazılamaz gibi. İşte romancılık da burada başlıyor. Bunu hissettirebilmek, okuyucuya yazarın yaşamış olduğu bir gerçek yaşam olduğunun düşüncesini vermek. Bu yönüyle Orhan Pamuk’un, Balzac’tan etkilendiğini düşünüyorum. Çünkü Balzac’da sever böyle küçük oyunları.

Kitabın her bölümü benim için harikaydı. Çok severek ve yavaş yavaş okudum, bitmesin diye. Ama bir bölüm vardı ki, defalarca okudum ve her okuyuşumda ayrı bir tat, ayrı bir keyif aldım. “BAZAN”. Bu muhteşem bölümden birkaç cümle sizlere.

“……….Bazan Füsun’un elini hiç kimseye fark ettirmeden onbeş-yirmi saniye bakar, ona daha da hayran olurdum. …….Bazan, Füsun öyle güzel esnerdi ki, bütün dünyayı unuttuğunu ve kendi ruhunun derinliklerinden daha huzurlu bir hayatı, tıpkı sıcak yaz günü soğuk bir kuyudan kovayla su çeker gibi çektiğini düşünürdüm. …….Bazan, sırf Nesibe Hala –zeytinyağlı fasulyemi sevdiniz, bitmeden yarın akşam yine gelin!- dediği için ertesi günde onlara giderdim. ……Bazen, Füsun’un hayallere daldığını yüzünden anlar, onun hayal ettiği ülkeye gitmek ister, ama kendimi, hayatımı, ağırlığımı, masada oturuşumu çok umutsuz bulurdum. …..Bazan komşu çocuğu Ali’nin Füsun’un kucağına tırmanması, ona sokulması sinirimi bozardı. …….Bazan, Füsun üst kata çıkar, bir süre aşağıya inmez, bu da beni mutsuz ederdi……..Bazan, orada olduğumu unutur, sanki baş başaymışız gibi kendimden geçer, Füsun’a bütün aşkımı göstererek, uzun uzun aşkla bakardım……Bazan fırında makarna yerdik………..”

Masumiyet Müzesi sadece bir roman değil, aynı zamanda yazarın kurduğu bir müze. Kemal’in âşık olduğu Füsun’un dokunduğu tüm eşyaları bir evde toplaması ve bu eşyaları bir araya getirerek müze oluşturmuştur yazar Çukurcuma’da.

Ve benim için en önemlisi de; Kemal’in hissettiği bu yoğun, tutkulu aşkında kendimi buldum. Kemal’i o kadar iyi anladım ki….

Son olarak, ben bir Orhan Pamuk hayranı olarak tabi ki de herkese mutlaka ama mutlaka tavsiye ediyorum. Okuduktan sonra emin olun ki şunu diyeceksiniz; “işte roman bu!”.

21 Ekim 2008 Salı

KALDIRIMLAR


Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...

NECİP FAZIL KISAKÜREK

20 Ekim 2008 Pazartesi

ULUSLARARASI ARKADAŞLIK ÖDÜLÜ

Canım arkadaşım Nilay (Duru Tarifler) beni mimlemiş. Ve bu çok özel bir ödül olan "Uluslararası Arkadaşlık Ödülü"nü bana layık görnüş, bana göndermiş. Kendimi çok özel ve mutlu hissettim. Çok teşekkürler canım arkadaşım. Bende bu ödülü Bir Dilim Sohbet, Uçan Martı ve Gamzeli Anne'ye göndermek istiyorum.


Türk Okçuluğuna Sahip Çıkalım

TÜRK OKÇULUĞU NE ZAMAN GERÇEK DEĞERİNİ KAZANACAK ?
ÇAĞ KAPATIP ÇAĞ AÇAN TÜRK-OSMANLI OKÇULUĞUNUN ÖZ RUHU NE ZAMAN ORTAYA ÇIKACAK ?
ATATÜRK' ÜMÜZÜN TÜRK SPORUNA VERDİĞİ ÖNEMİ NE ZAMAN İDRAK EDECEĞİZ ?
ÖZ BE ÖZ KENDİ SPORUMUZ, ATA SPORUMUZ, TÜRKÜN SPORU OLAN OKÇULUĞA SAHİP ÇIKMAYA DAVET EDİYORUM HERKESİ.
ÇOCUKLARIMIZ BİZİM KÜLTÜRÜMÜZLE YETİŞSİN; GERÇEK OKÇULUĞUMUZU ARAŞTIRALIM, SİSTEMİMİZİ KURALIM. VATANINI MİLLETİNİ SEVEN, VATANINA SAHİP ÇIKAN OKÇU NESİLLER YETİŞTİRELİM.
TÜRK OKÇULUĞUNU KURTARMAK İÇİN DEVLETİMİZİ DAVET EDİYORUM. CUMHURBAŞKANIMIZI, BAŞBAKANIMIZI, DEVLET BAKANIMIZI VE TÜM YETKİLİLERİ DAVET EDİYORUM; NE OLUR ŞU GÜZİDE SPORUMUZU, OKÇULUĞUMUZU YEŞERTELİM. BAŞARILI OLMAK İÇİN GEREKLİ HER ŞEY BİZİM KANIMIZDA VAR ZATEN, SADECE BİRAZ İLGİ BEKLİYORUZ.
- Yukarıda yazdıklarımı okuyanlar da diyecek ki ; bu adam neden bunları yazıyor ki? Biz TV'de görüyoruz okçuluk yarışmaları beş yıldızlı otellerde ,tatil köylerinde yapılıyor;okçuluk federasyon genel kurulu Hilton da yapılıyor, FITA(Uluslararası Okçuluk Federasyonu) başkanı bile Türk.Başarısız bir dönem geçiren okçuluk federasyonunun genel kurulunda bile katılan üyelerin yüzde doksanından daha fazlası aynı yönetimi tekrar seçiyor, herkes bu durumdan memnun.Ve de okçuluk çok iyi durumda, niye yardım istiyorsun, neden çırpınıyorsun? Yada sen saçmalıyorsun !
- Ama gerçek öyle değil, çünkü yapılan iş ortada, nerede başarı. Ainesı iştir kişinin lafa bakılmaz. Bu yönetim için oy veren 143 kişi de bu dönemdeki yapılan tüm çalışmalardan sorumludur , bu 143 kişi okçuluğun gelişmesi için yönetimle birlikte çalışmak zorundadır.
- GERÇEK ANLAMDA KALICI BAŞARILAR GELMEDİKÇE BUNLARIN HEPSİ BİR VİTRİNDİR, GÖZ BOYAMADIR ! UMARIM BU DÖNEMDE TÜRK OKÇULUĞUNDA BİLİMSEL VE KALICI HAMLELER YAPILIR.
- TÜRK MİLLETİ ; BİR ÇOK ALANDA OLDUĞU GİBİ BU KONUDA DA HESAP SORACAKTIR. ARTIK BU SON ŞANS.

16 Ekim 2008 Perşembe

YALNIZLIĞIM

Ilık bir su gibidir içimde yalnızlığım,
Yalnızlığım, ruhumda uzak bir ses gibidir.
Her sabah ufuklardan mavi şarkılar gelir,
Ve her sabah ürperir içimde yalnızlığım

Güneşim aydan sarı, yarınım dünden zorsa,
Sarsın artık ömrümü tunç kandillerin isi
Üşüyen ellerimden tutmalıydı birisi,
Eğer benim gözlerim onları görmüyorsa.

Bir camın arkasında açılıyor güllerim,
Havuzum pırıl pırıl... yıkar bakışlarımı.
İşler temiz ziyalar suya nakışlarımı;
Ruhumun dünyasından eser tahayyüllerim

Rüya rüzgarlarında bir yaprak yalnızlığım
Düşüncem bir neydir ki ürperir perde perde
Belki bu mısralarım esecek gönüllerde
Fakat herkese uzak kalacak,yalnızlığım.

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

(Büyük şairimize Allah'tan rahmet, sevenlerine sabırlar diliyorum)

15 Ekim 2008 Çarşamba

MUTLULUK

16 Ekim 1999....
9 yıl önce bugün....
Beyazlar içinde hayatımın en mutlu günü....
Seviyorum.....
Seviliyorum.....
Mutluluk bu.

14 Ekim 2008 Salı

SEVGİ

Sevgi emekmiş.
Emek ise vazgeçmeyecek kadar,
ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş.

CAN YÜCEL

Soner Yalçın - Bay Pipo

Bay Pipo Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas

Bu kitapta anlatılanlar tümüyle gerçektir. Adı geçenler gerçek kişilerdir. Olaylar, tanıkların ağzından aktarılmıştır. Ünlü MİT'ci Hiram Abas'ın hayatı.

linkler:
http://rapidshare.com/files/25781149/Soner_Yal___305_n_-_Bay_Pipo.lit

Soner Yalçın - Bay Pipo

Bay Pipo Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas

Bu kitapta anlatılanlar tümüyle gerçektir. Adı geçenler gerçek kişilerdir. Olaylar, tanıkların ağzından aktarılmıştır. Ünlü MİT'ci Hiram Abas'ın hayatı.

linkler:
http://rapidshare.com/files/25781149/Soner_Yal___305_n_-_Bay_Pipo.lit

SON

Bu son dileyişim seni tanrıdan...
Son ellerini tutusum...
Ve son gözlerine bakışım...
Bilmem bir daha hayalini kurarmıyım...
Türkümüzü söyleyip ağlarmıyım...
Ve sen ne zaman gelirsin yüreğime
Bilmiyorum...

Bu gece son duam sana tanrıdan...
Gelmem bir daha yüreğine istemem artık hayalini.
Gelme sende ben yenilmişken zamana sende gelip hayatıma acı çekme...
Bu ölümü son dileyişim tanrıdan...
Bu sensizliği son dileyişim tanrıdan sevdiğim...

(İnternette rastladığım bu şiiri çok sevdim, sizinle paylaşmak istedim. Fakat şairini bulamadım).

13 Ekim 2008 Pazartesi

ATAOL BEHRAMOĞLU VE TANRI'DAN İSTEKLERİ

Ulu Tanrı'm,
- Her zaman, her yerde ve her konuda benim de konuşmam gerektiği düşüncesinden beni arındır.
- Çevremdeki insanların hayatlarını yönlendirme ve hatalarını düzeltme arzusundan bei kurtar.
- Konuşurken gereksiz detayları anlatmamam için beynimi serbest bırak ve bir an önce konuşmanın sonuna varmamı sağla.
- Başkalarının ağrı ve acılarını dinleyebilme nezaket ve sabrını ver ve bu aradakendi ağrı ve sızılarımı onlara anlatmamam için dudaklarımı mühürle ( çünkü yıllar geçip yaşlandığımda, ağrı ve sızılar artıyor ve bunlardan herkese bahsetmek bana ayrı bir zevk veriyor).
- Lütfen Tanrı'm, bana arada sırada benimde yanılabileceğim gerçeğini öğret.
- Beni olabildiğince iyi insan yap. Beni melek yap da demiyorum, zira bu tip insanlarla yaşamak zordur.
- Tanrı'm, ummadığımız yerlerde güzel şeyler, beklemediğimiz insanların güzel işler yapabildiklerini görebilmemi sağla ve bana bunu onlara söyleyebilme inceliğini ver.
- Beni mantıklı bir insan yap, kötümser yapma, benim insanlara yardımcı olabilmeme yardımcı ol, fakat onlara hiçbir zaman patronluk yapma hevesi verme bana.
- Her ne kadar benim çok derin bir akıl stoğum olduğuna ve bu stoktan başkalarının da faydalanmamasının çok büyük kayıp olduğuna inanıyorsam da ulu Tanrı'm, bırak bunu göstermeyeyim. Böylece hayatımın son döneminde etrafımda bir kaç arkadaşım olsun istiyorum.

İşte öğrenci affının tüm ayrıntıları

Üniversitelerde öğrenci affını düzenleyen kanun tasarısı, yarın TBMM Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonunda görüşülecek.

TBMM Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu Başkanı ve AK Parti Kahramanmaraş Milletvekili Mehmet Sağlam, Türkiye'de 1983 yılından bu yana, neredeyse her 1,5 yılda bir af çıkartıldığını anımsatarak, affın başlangıç tarihi ile ilgili olarak, ''(af tarihi, 1950'den başlasın) diyenler var. Belli süre içinde insanlar üniversiteleri boşaltmazsa, geriden gelen gençlere yer açmak mümkün olmaz'' dedi.

Öğrenci affına ilişkin soruları yanıtlayan Sağlam, TBMM'ye sunulan tasarının neler getirdiğini anlattı.

Tasarıda, 28 Haziran 2000 tarihinden itibaren her ne sebeple olursa olsun üniversiteden ilişiği kesilenlere, 2 ay içerisinde başvurmaları halinde aftan yararlanabilmelerine imkan tanındığını ifade eden Sağlam, ön lisans ve lisans düzeyinde ilişiği kesilenlere; devam şartını yerine getirmedikleri dersler için bir eğitim öğretim yılı, dönemlik dersler için bir dönem devam etme ve 4 sınav hakkı verildiğini bildirdi.

Sağlam, açık öğretim sistemi ile öğrenim yapılan ön lisans, lisans tamamlama ve lisans programlarından kaydı silinenler de bu haktan yararlanacağını bildirerek, aftan yararlanacakların askerliğinin tecil edilebileceğini, öğrenim kredisi veya katkı kredisi borcu bulunanların da borçlarının erteleneceğini kaydetti.

Tasarının, ön lisans, intibak sınıfları, lisans tamamlama, 4 yıllık lisans eğitimi, pedegojik formasyon, lisansüstü eğitim, tıpta uzmanlık ve sanatta yeterlilik gibi yükseköğretimdeki tüm alanları kapsadığını vurgulayan Sağlam, ''Tasarı çok ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiş ve geniş tutulmuş. Kapsamı daha fazla olamazdı, bütün ayrıntıyı vermişler'' dedi.

YAKLAŞIK 164 BİN KİŞİ YARARLANMIŞ

Sağlam, 1983 yılından bu yana öğrenci affıyla ilgili 9 ayrı kanun çıkartıldığını anımsatarak, şöyle devam etti:
''Bu kanunlardan 163 bin 851 öğrenci faydalanmış. Türkiye'de 1983 yılından bu yana, neredeyse her 1,5 yılda bir af çıkartılmış. Bunun sonu yok. Her insanın kendine göre mazeretinin olmasını anlayışla karşılarım. Ama her insanın mazeretine göre kanun tarihini koyamazsınız. En büyük tartışma da buradan çıkıyor. 'Af tarihi, 1950'den başlasın' diyenler var. Bana bu yönde müracaat eden, 74 yaşında insan var. Bir düzenleme yapılırken, uygulamaya da bakmak lazım. Geçmişte öyle haller oldu ki aftan yararlanan insan üniversiteye gittiği zaman, kendi sınıf arkadaşı fakültenin dekanı olmuş... Bir de geride bekleyen çocukları var. Üniversitelerdeki kontenjan sıkıntıları malum. Belli süre içerisinde insanlar, üniversiteleri boşaltmazsa, geriden gelen gençlere yer açmak mümkün olmaz. Dolayısıyla işin popülist tarafını düşünürseniz, yararlanma tarihinin geriye gitmesi için birçok tartışma olacaktır. Bir adama ne kadar şans verilir, ne kadar geriye gidilir? Bunun da bir sınırı olmalı. Üniversitelerimiz zaten af meselesine hiç sıcak bakmıyorlar. YÖK Başkanı olduğum dönemde, 'Bunlara son verilsin' diye bir düzenleme yapıldı. Öğrenciler bize 'Tek dersten atıldım' diye gelirdi. Yıllardır, artık 'tek dersten atılma' diye bir şey kalmadı. Mezuniyet için 3 derse indirenlerin de 2 yıl ilave hakları var. Bütün bunlardan sonra başarısızlıkta okuldan atılma oluyor. Bunları da düşündüğünüz zaman bir insanın 7-8, bazen de 9 yıl bir üniversitenin kadrosunu işgal ettiğini görüyorsunuz. Arkadan gelen daha çalışkan çocukları da düşünmek lazım.''

''TARİHİN GERİYE ÇEKİLMESİ İÇİN BİR ŞEY SÖYLEMEM''

Mehmet Sağlam, komisyon toplanmadan, kapsamın genişletilmesine ilişkin taleplere bir şey söylemek istemediğini belirterek, ''Komisyon Başkanı olarak peşinen, 'Şuna karşıyım, buna karşıyım' demem doğru olmaz. Ama olabilecek en kapsamlı affı hazırlamışlar. Bu şekliyle herkesin sorununa çözüm getireceği kanaatindeyim. Ama tabii ki işin Komisyon, TBMM Genel Kurulu tarafı var. Ne çıkar? Onu bilemiyorum'' diye konuştu.

Kendi kişisel fikrinin sorulması üzerine de Sağlam, ''Benim için bir öğrenci de önemlidir. Kendi çocuğunuz olduğu zaman anlarsınız. Birini kazanmak için yapılanlara hiçbir zaman karşı çıkmam'' dedi.

Bu düzenlemeden kaç öğrencinin yararlanacağının henüz bilinmediğini de dile getiren Sağlam, 2000 yılından bu yana ''kimler üniversiteden atılmış'' diye bir çalışma yapılması gerektiğini söyledi.
''Bu da en güzel, başvuru yapanlardan anlaşılır'' diyen Sağlam, geçmişte af başına düşen öğrenci sayısının 18 bin civarında olduğunu bildirdi.
Sağlam, ''Kamuoyuna öğrenci affından 600, 800 bin kişi yararlanacak'' gibi mesajlar verildiğine dikkati çekerek, ''Kanun teklifi veren muhalefetteki arkadaşlar, '600, 800 bin kişi yararlanacak' diye açıklama yapıyorlar. Bu tür beyanlar gereksiz bir baskı oluşturuyor. 18 bin kişi az rakam değil. Ama bir de üniversiteye girmek için bekleyen gençleri düşünmek lazım'' dedi.

Türkiye'de ilişiği kesilen öğrencilerle ilgili yapılan düzenlemelerin, hep ''af'' olarak nitelendirilmesini de eleştiren Sağlam, Hükümetin TBMM'ye gönderdiği tasarıya ''imkan yasası'' olarak nitelendirdi.


Star Gazete


12 Ekim 2008 Pazar

Gençler Dünya Okçuluk Şampiyonası' nın Ardından


- Sporcular ne kadar pozitif ve olumlu düşünüyorsa bizimkiler de o kadar negatif ve olumsuz düşünüyorlar.
Şampiyon olacak çocuğu nasılda ikinci yapabildiler inanın anlamadım. Bir sürü antrenör var orada, birleşin de şampiyon yapın bu çocuğu. Demir Elmaağaçlı final karşılaşmasına kendisi tek başına çıksaydı inanıyorum ki Dünya şampiyonu olurdu, sporcumuz şampiyon olacağına inanmıştı zaten. Motive et, hazırla final atışlarına, Antalya'nın havasına yabancı değiliz ki, rüzgar hep var avantaja çevir. Belli rüzgar sağ taraftan esiyor oklar sola gidecek değil mi , daha önceki maçlarda da görüldü oklar sola gidiyor çok rüzgar var. Ben mi buradan telefon edeyim be kardeşim ! Teknik heyet olarak kapasitemiz bu o zaman, Dünya Şampiyonalarına dayanamıyoruz. (Kayseri bölgesi de olmasa kim kurtaracak bizi, Kayseri'de ithal antrenör ve sporcu yok. 2007 ' de Compound Yay Gençlerde Avrupa şampiyonu Kayseri' den, bu yıl Dünya şampiyonasında Compound Yay Gençlerde Dünya 2.'ncisi yine Kayseri'den, öz Türk evladı. Helal olsun Kayseri Okçuluğa.)

- Diğer taraftan Esra Sülün, yine makaralı yay kategorisinde beş Türkiye rekoru ve Dünya standardında toplam puan rekoru geldi. Bu kızımızı da iyi motive edip yarışmaya hazırlayabilseydik bir madalya da buradan gelecekti. Daha önceki yazılarımda söylemiştim bu yarışmaya çocuklarımız hazırdı ama biz hazır değildik ve o yüzden en az üç tane daha madalyayı kaçırdık, yazık. Sporcularımızı iyi değerlendiremedik tam hazırlayamadık, titreyerek atan bizim sporcularımızdı, kıpkırmızı olmuştu çocuklar, ilk önce kendimizi bir hazırlasak sonra sporcuları hazırlayacağız da !. Bunları söylüyorum diye kimse kızmasın, dost acı söyler. Herkes kürsüye çıkarken hep biz mi bakacağız, biz de başarılı olalım diye yazmaya çalışıyorum, kimse alınmasın.

- Öğreneceğimiz çoook şey var daha çok. Allah'tan Demir diye bir genç sporcumuz çıktıda, (o da yıllardır dışladığımız compound yay kategorisinde) ikinci oldu. Federasyonumuz da bir tane ikincilik aldık diye biraz rahatlamışır ! En güzel yarışmayı biz düzenleriz, en güzel yorumları biz yaparız, iyi sporcuları da başka ülkeler yetiştirsin canım, birde onunla mı uğraşacağız. Nasıl olsa Kore' li antrenörümüz var, her şeyi O' nun üstüne yıktık mı, oh ne güzel. Ama başarı gelmez, eğer sen başarı için gereken sistemi kuramazsan on tane Kore' li hoca getirsen, hiç bir şey olmaz.
(DEMİR ELMAAĞAÇLI, Gençler Compound Yay Dünya 2.' si)

-İnanın yarışma düzenlemekte o kadar usta olduk ki; defalarca organizasyonlarda görev yapmış sporcularımız var, bu sporcularımız neredeyse sporculuklarını unuttular ama bıraksanız uluslararası okçuluk yarışması düzenleyecek seviyeye geldiler. Bastırın parayı en güzel yarışmaları düzenletin, (hitap şeklimin yanlış olduğunu belirtmişler, değiştiriyorum) sizin işiniz bu millete madalya kazandırmak, birlik ve beraberliğimizi perçinleyecek başarılar getirmek. Ama kimse hesap sormuyor ki, devam o zaman !.

- Aklınız eriyor mu, kendi ülkenizde Dünya şampiyonası düzenliyorsunuz ve hiç istiklal marşı dinletemiyorsunuz, hiç şampiyonluk alamıyorsunuz, ayıp. Ben bir Türk olarak inanın utanıyorum, hazmedemiyorum; benim ülkemde, Türkiye'de benim Ata sporum okçuluğun Dünya şampiyonası yapılıyor; o sahanın çimenlerini yerim, parçalarım kendimi istiklal marşımı defalarca dinletir, ezberletirim. Biz hala Amerika'nın, İtalya'nın,Kore'nin marşlarını ezberlemeye devam edelim.
- Bunları yazıyorum çünkü, herkesin bildiğini ve söylemek istediklerini birisinin anlatması lazım. Haddim ve hakkım olmayarak demiyorum; hakkım, hem bir vatan evladı, hem bir okçuluk emektarı, hem de bir Türk olarak, öyle bir hakkım kiii !

- Evet, gelelim okçuluk federasyonu seçimlerine;

-Aşağıdaki bilgiler okçuluk federasyonu sitesinden alınmıştır, orjinal kaynak ve aslı okçuluk federasyonu sitesinde mevcuttur, bilginize.
-----------------------------------------------------
- Türkiye Okçuluk Federasyonu II. Olağan Genel Kurulu toplantısı ve I. Mali Genel Kurulu aşağıdaki gündem maddelerini görüşmek üzere 25 EKİM 2008 cumartesi saat 09:00’ da Hilton Oteli Kavaklıdere/ANKARA adresinde yapılacaktır.İlk toplantıda çoğunluk sağlanamadığı takdirde, ikinci toplantı 26 EKİM 2008 Pazar günü aynı yer ve saatte çoğunluk aranmaksızın yapılacaktır. Devamı..
-Türkiye Okçuluk Federasyonu II. Olağan Genel Kurulu toplantısı ve I. Mali Genel Kurulu' na ilişkin 2008 Faaliyet Raporu ve 2009 - 2010 - 2011 ve 2012 yıllarına ait Bütçe Taslağı ekte sunulmuştur. Faaliyet Raporu için [Tıklayınız.] Denetim Kurulu Raporu için [Tıklayınız.] Diğer Raporlar için [Tıklayınız.]

= GENEL KURUL =
-Resimler FITA' dan
1. GENEL KURUL TAKVİMİ.pdf
2. GENEL_KURUL_DUYURUSU.pdf
3. BAŞKAN ADAYI BAŞVURU FORMU.pdf
4. GENEL KURUL DELEGE LİSTESİ.pdf
5. 2008 GELİR TABLOSU.xls
6. GELİR GİDER TABLOSU.xls
7. GENEL_KURUL BÜTÇE 2009-2010-2011-2012.xls
8. 2008 YILI FAALİYET RAPORU.pdf
9. GENEL KURUL DENETİM RAPORU2.pdf
-----------------------------------------------------
- Yukarıdaki bilgiler okçuluk federasyonu sitesinden alınmıştır, orjinal kaynak ve aslı okçuluk federasyonu sitesinde mevcuttur, bilginize.
- Yukarıda eklediğim seçim bilgileri konuyu daha iyi irdelemeniz için, yoksa kimsenin reklamını yapmıyorum. 25 Ekim 2008 de federasyonumuzun yönetim organları rahatlayacak; çünkü bu kadar başarısızlığın arkasından tekrar aynı yönetim iş başı yapacak, çünkü burası Türkiye, çünkü başka kimse aday olmaz, olsada bir şey değişmez, çünkü insanlar hakettiği şekilde yönetilirler.
- Burada kimsenin şahsına yönelik herhangi bir yorum ve yargıda bulunmuyorum, yapılan işin icraatını tasvip etmiyorum, sistemsizliği tasvip etmiyorum. Türk okçuluğu en üst seviyede, zirvede olmalı hep, istediğim bu, başarılı olmayı beceremeyen bir yönetim var ortada. Bir Türk olarak, bir spor adamı vede bir okçu olarak başarısızlığı hazmedemiyorum.
- Yeni yönetime gerçekten başarılar diliyorum, çünkü ihtiyaçları var.
- Allah; ok atmayı seven ve okçulukla art niyetsiz olarak uğraşan herkesin yardımcısı olsun. Başka bir şey demiyeceğim, nokta .
- Yardım isterlerse de ben buradayım. Saygılar.

11 Ekim 2008 Cumartesi

BBC günlük yaşamda ingilizce eğitim seti





Geçtiğimiz yıllarda BBC Türkçe Yayınlar Servisi'nin radyo programlarında yayınlanan, İngilizcenizi geliştirmeye yönelik Günlük Yaşamda İngilizce program dizisini BBCTurkish.com'da dinleyebilirsiniz.




Günlük Yaşamda İngilizce dizisi BBC Eğitim Dairesi'yle BBC Türkçe Yayınlar Bölümü'nün ortak çalışmasının ürünü.

Nevsal Baylas tarafından hazırlanan ve sunulan dizi toplam 20 bölüm ve 259 dersten oluşuyor.

Programların amacı, günlük yaşamınızda karşılaşabileceğiniz İngilizce sözcük ve kalıpların kullanımlarını örnekleyerek anlatıp, duyduğunuz kalıpları tekrarlayarak öğrenmenizi sağlamak.

Geçtiğimiz dönemde haftalık olarak yayınlanan derslerin tamamına bu sayfalardan ulaşabileceksiniz.




8 Kasım'da yayınladığımız son derslerle Günlük yaşamda İngilizce dizimizi sona erdirdik.

Dersleri dinleyebilmek için bilgisayarınızda Real Player programının yüklü olması gerekli.

Bilgisayarınızda bu program yoksa aşağıdaki linke tıklayarak programı ücretsiz olarak yükleyebilirsiniz.

Real Player programını yüklemek için tıklayın

Program bilgisayarınızda yüklü olduğu halde dersleri dinleyemiyorsanız tıklayın

İngilizcenizi geliştirmeye yönelik bir diğer programımız da "Haberlerle İngilizce" adını taşıyor.

Bu programın sayfalarına ulaşmak için tıklayın

Ayrıca İngilizcenizi sınamanız için hazırladığımız çoktan seçmeli sorulardan oluşan kısa testler hazırlıyoruz.

Bu testlere ulaşmak için tıklayın















9 Ekim 2008 Perşembe

NOBEL ÖDÜLÜ FRANSA'NIN

2008 yılının Nobel Edebiyat Ödülü ünlü Fransız yazar Jean-Marie Gustave Le Clézio'ya layık görüldü. Yazarın son kitabı "Açlığın Şarkısı" Fransa'da 2 Ekimde piyasaya çıkmıştı. "Çöl", "Okyanus Kokusu ve Angoli Molina", "Göçmen Yıldız", "Altın Balık","Tutanak", "Ourania" isimli kitaplar Türkiye'de satışa sunulan kitaplarıdır.

Jean-Marie Gustave Le Clézio 1940 yılında Nice’te doğdu. Edebiyat öğrenimi görmüş ve Henri Michaux üzerine bir tez hazırladı. İlk romanı Tutanak’la (Le procès-verbal) Renaudot Ödülü’nü almış, bu ödül ona büyük bir ün kazandırmıştır. Daha sonra yazdığı romanlarda yazıyla ilgili arayışlarını sürdürmüştür. Romanlarda biçimsel arayışların yanında, modern dünyanın saldırıları karşısında kalmış bireyin psikolojik tavırlarını ele almıştır. Diğer eserleri: La fievre (1965), Le déluge (1966), Terra Amata (1967), le Livre des Fuites (1969), La Guerre (1970), l’Extase matérielle (1967), Voyages de l‘autre côté (1975), Les prophéties du Chilam Balam (1976), l’İnconnu sur la terre (1978), Mondo et autres histoires (1978), le Chercheur d’or (1985), Onitsha (1991). Roman ve öykü türlerinde yapıtlar vermeyi sürdürüyor.

Kaynak:
http://www.barbuni.com/

8 Ekim 2008 Çarşamba

BEKLENEN

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?

NECİP FAZIL KISAKÜREK

İLKÖĞRETMEN

Son zamanlarda medyada; çalışmak zorunda kaldığı için okulunu bırakan ya da öğretmenlerini bıçaklayan öğrenciler, okullarda cinsel istismara uğrayan küçücük çocuklar, çok küçük yaşlara kadar düşen sigara ve uyuşturucu kullanımı, yıllarca okuyan ama atanamayan öğretmenler vb. eğitim haberleriyle sıklıkla karşılaşmaktayız. Farklı etmenlerle açıklanabilecek adını sayamadığımız bunun gibi olaylarla gündeme gelmekte eğitim-öğretim camiamız.


Bizler büyüklerimizden duyduk hep içimizi ısıtan öğretmen hikayelerini. Toplumu aydınlık yarınlara taşıyacak bir değer, çevresine ışık saçan bir güneşti öğretmenler. Bizler de bu hayallerle öğretmenlik mesleğinin içinde bulduk kendimizi.

Göreve başladığımızda ve aradan geçen zamanda anlatıldığı gibi olmadığını gördük. Bizlere basmakalıp verilen bilgileri küçücük beyinlere yüklemekle görevli, öğrencilerini sınavlara hazırlamakla yükümlü, öğrencilerimizden para toplama işlevi gören bir makine konumundayız okullarımızda.

Bu keşmekeş içinde Cengiz Aytmatov’un bir kitabını okudum geçenlerde. Elips yayınlarından çıkmış, sadece 60 sayfa ve bir solukta okuyup bitiriyorsunuz. Büyüklerimizden dinlediğimiz öğretmen hikayelerine benzeyen, öğrencilerinin deyimiyle yüzündeki gülücükler ve gözlerindeki sevgi farklı olan Duyuşen’i anlatıyordu kitap. Bir solukta okunan, sıcak, samimi, insanın içini ısıtan bir öykü İlköğretmen.

Kırgızistan'da geçiyor hikaye. 1917 sonrası dağ başında yoksul insanların yaşadığı, eğitim-öğretimin yararının farkında olmayan bir köyde, okulun açılmasını ve çocukların okul ile tanışmasını konu alıyor. Ve tabiki Duyuşen'de somutlanan özveriyi, inancı, toplum sevgisini ve mutlu bir gelecek tasavvurunu.

Bu köyde doğup büyüyen, demir yollarında çalışmak için köyünden ayrılan, daha sonra komsomola katılan , Sovyet devriminden sonra köyünde okul açmak için görevlendirilen Duyuşen’in yaşadıklarıdır anlatılanlar. Duyuşen'de, Emile ZOLA'nın "Gerçek" adlı romanın baş karakteri Marc'a ya da "Güneşin Katli" adlı romandaki "Güneş Öğretmen"e benzeyen bir çok ortak yan bulabilirsiniz. Fransız bir öğretmen olan Marc'ın 1800'lü yıllarda kilise gericiliğine karşı olan çabası ya da Güneş Öğretmen'in bedelini yaşamı ile ödediği örgütlü bir toplum mücadelesi, Duyuşen'in idealist, halkı ve geleceği için çalışan öğretmen kimliği...

1924 yılında okuma yazmayı komsomolda öğrenen Duyuşen köydeki çocuklara eğitim vermek üzere görevlendiriliyor. Köylüler okul nedir duymamışlar o güne kadar. İlk önce bir okul binası ayarlaması gerekiyor öğretmenin. Köylüler yardım etmiyorlar. Tek başına yapıyor okulu Duyuşen.

Derme çatma, çamur ve yoksullukla sıvanmış, samanların üstünde oturulabilen, ortada küçücük bir sobanın olduğu, tezeklerle ısıtılmaya çalışılan, bazen soğuktan çocukların elleri titrediği bir baraka yaratmayı başarıyor Duyuşen. Eriyen karlarla, kabarmış düzlüklerden dağlara doğru ılık rüzgarların estiği, kavakların devrim şarkıları söylediği bir tepeye yapıyor okulunu. Okulun tek süsü duvarda asılı olan Lenin’in eskimiş bir fotoğrafı. Köylüleri çocukları okula göndermek için ikna etmekte biraz zorlansa da Eğitim- Öğretime başlıyor.

Plansız, programsız , eğitim yöntemlerinden habersiz ama iyi niyetle, tutkuyla, inanarak işini yapıyor.

Çeşitli zorluklar yıldırmıyor Duyuşen’i. Doğru ve güzel bir şey yapmanın verdiği güçle çalışıyor. Çocukları okula getirebilmek için tüm güçlüklere katlanıyor, gerektiğinde sırtında taşıyor çocuklarını okula. Ve ne TKY uygulamaları var, ne katkı paraları, ne işgüvencesiz çalıştırma, ne paralı eğitim ne de ticarethaneye dönüştürülmüş okullar.

Toplumun geri kalmış yanlarıyla savaşıyor Duyuşen. Küçük yaşta evlendirilmek istenen öğrencilerinin ailelerine karşı çıkıyor. Tehdit ediliyor, dövülüyor ama pes etmiyor, kurtarıyor toplumun karanlık kalmış yanlarından çocuklarını. Işık oluyor öğrencilerine.

Çocuklara bir şeyler öğretebilmek için her şeyi göze alabilen bir öğretmenin hikayesi ve bu yüzden okunmalı "İlköğretmen".

Okurken yaşayacağınız, yüreğinizin sevgiyle dolacağı, bazen hüzünleneceğiniz, yer yer hayallere dalıp gideceğiniz, bizi bugünlerden alıp yarının güzel günlerine götüren, keşke bu kadar kısa olmasaydı da devam etseydi diyeceğiniz bir yaşam öyküsü. Başta değindiğim eğitim haberlerinden alıp başka diyarlara götürecek bizi.

Beğenerek okuyacağınıza inanıyorum...

BÖYLE BİR SEVMEK

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
Azıcık okşasam sanki çocuktular
Bıraksam korkudan gözleri sislenir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular

Böyle bir sevmek görülmemiştir.
Hayır sanmayın ki beni unuttular
Hala arasıra mektupları gelir
Gerçek değildiler birer umuttular
Eski bir şarkI belki bir şiir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir.

Yalnızlıklarımda elimden tuttular
Uzak fısıltıları içimi ürpertir
Sanki gökyüzünde bir buluttular
Nereye kayboldular şimdi kimbilir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir.

ATİLLA İLHAN

SENİN OLMADIĞIN YERDE

Adına aşk koyduğun o büyük boşluğaben koca bir hayat sığdırdım...
Beni sevmemene isyan edip kaçmak,sende aradıklarımı hayatla doldurmaya çalışmak,ruhumun en büyük yanılgısıydı...
Hayat bana en acımasız yüzünü sevgini inkar ettiğim zamanlarda gösterdi...
Ve şimdi asıl olmam gereken yerde, hayata başladığım yerde, kalbindeyim...
Vazgeçilmez oluşunun sırrı bu işte: Senin olmadığın yerde ne olduğunu biliyorum...

CEZMİ ERSÖZ

6 Ekim 2008 Pazartesi

MİMLENMİŞİM :)

Ne mutlu bana ki sevgili canım arkadaşım Nilay tarafından mimlenmişim. İlk defa bu heyecanı ve sevinci yaşıyorum. Teşekkürler Nilaycim. Mim konusu "Evdeki Nefret Edilesi Durumlar" :)
Hiç tahammül edemediğim şey aslında dağınıklık. Evli ve çocuklu olunca bir de çalışan bir kadın olunca dağınıklık ile ister istemez kaeşılaşıyorsunuz. Bir de işe yaramayan, kullanılmayan giysileri eşyaları kıyıp da atamamak. Sanki gün gelecek işe yarayacakmış gibi gelir hep bana. Özellikle de kardeşim çok kızar bu huyuma. Bende nefret ederim bu durumdan. Başka nefret ettiğim bir durum da ütü yapmak. Biriktirmeden yapmaya çalışlırım her seferinde. Bir de evim her zaman güzel kokmalı. Kötü kokulara hiç tahammülüm yok. Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Bende geleneği bozmuyorum ve canım arkadaşlarım "Mutlu Kum Taneleri"ni ve "Zuzuların Annesi"ni mimliyorum. Kolay gelsin arkadaşımlarım.

4 Ekim 2008 Cumartesi

Dünya Öğretmenler Günü



Yıldızlar ve Gençler Dünya Okçuluk Şampiyonası 6-12 Ekim 2008 Antalya / Türkiye

- Yıldızlar-Gençler Dünya Okçuluk Şampiyonası' nı düzenlemek bizim için gurur vesilesi ama başarıda şart tabi ki. Çok güzel bir mozaik var ,bir çok ülkeden genç okçular geldi, kendimizi en güzel şekilde tanıtacağız. Federasyonun yanında Antalya belediyesi de uğraşmış, sağolsunlar.
- Bu yarışmadaki beklentilerimi daha önceki yazılarımda yazmıştım. Madalya almayı çok istiyoruz, çocuklarımız da ellerinden geleni yapacaklardır. Ancak hamura şekil ve lezzet veren ustadır, usta iyi ise pasta güzel olur, ustaların emekleri görücüye çıkar ve iyi ürün ödüllendirilir... Yarışmanın değerlendirmesini yarışmanın sonunda yapacağım inşaallah.

- Yarışmanın eleme turlarında; kendi kategorilerinde ilk 16' ya üç Türk sporcusu (Samet Gedik, Esra Sülün ve Demir Elmaağaçlı) kalmayı başardı, daha sonra yapılan eleme tur atışları sonunda ilk 8 sporcu arasına sadece compound yay genç erkeklerde yarışan Demir Elmaağaçlı girebildi.

- DEMİR ELMAAĞAÇLI FİNALDE
( 12 Ekim Pazar Saat : 16:00 ' da TRT ' de Canlı Yayın)
Okçuluk Dünya Şampiyonası' nda; takım ve ferdi yarışmaların sonunda tek derecemizi almayı garantileyen Demir Elmaağaçlı Kayseri'de yetişti. Sistemli ve kulüp destekli çalışan bir bölgenin sporcusu olan Compound Yay sporcumuz Demir Elmaağaçlı ' ya finalde başarılar dilerim. Demir çok olgun bir sporcu, kendini iyi kontrol edip, heyecanını olumlu yönde kullanabiliyor. Daha önceki yazılarımda da; bu yarışma için derece şansımızın compound yay genç erkekler kategorisinden geleceğini söylemiştim.Yaptığım istatistiklere göre normal şartlarda, Demir final karşılaşmasını en az iki puan farkla alır inşaallah. Demirin son maçtaki puanı 115, rakibinin de puanı 112 olacak diye tahmin ediyorum,Allah'ın izniyle...(Malesef sporcumuzu ikinci yaptık ! İyi ki Kayseri' de okçuluk var , yoksa bizi kim kurtaracaktı ki ! Demir Elmaağaçlı' yı kutluyoruz, Allah razı olsun. İnşaallah sporcumuza tatmin edici bir ödül verirler.)Yarışma bitiminde detaylı yorum yapacağım inş.
- Compound yay dalında genç erkeklerde Kayseri' den Gökhan Ateş 2007 yılında Avrupa Şampiyonu olmuştu. Şimdi yine Kayseri' den Demir Elmaağaçlı compound yay genç erkekler kategorisinde Dünya şampiyonasında finalde yarışacak. Bu gösteriyor ki Kayseri bölgesinde planlı ve programlı bir okçuluk sporu yapılıyor. Kayseride okçuluğun temelini atan ve sistemini geliştiren Sayın İzzet Tekeli' dir. Burada hocama teşekkür ediyorum, inşaallah bizlere daha nice sporcular kazandırır. Aynı zamanda tüm okçuluk sporuyla uğraşan idarecilere de örnek olur.
Esra SÜLÜN ' den 5 (beş) Türkiye Okçuluk Rekoru

- Antalya' da devam eden Yıldızlar ve Gençler Dünya Okçuluk Şampiyonası' ının ikinci gününün sonunda, compound yay genç bayanlar kategorisinde ülkemiz adına ok atan Esra Sülün beş yeni Türkiye okçuluk rekoru kırmayı başardı. Topladığı puanlarla eleme turlarınada avantajlı giren sporcumuza başarılar diliyorum.
- Toplamda 1366- puanla muhteşem bir rekor kıran Esra Sülün, compund yay kategorisinde hem büyük bayanların hemde genç bayanların Türkiye rekorunu kırmış oldu.
- Ayrıca 70 m. de 338-puan, 60 m. de 343-puan, 50 m. de 330-puan ve 30 m. de 355- puan toplayarak tam beş yeni Türkiye okçuluk rekoru kırmayı başardı.

- Okçuluk Resmi Antrenman - (VTV) - Video - ... >>>


- YARIŞMANIN SONUÇLARI ... >>>

- OK OK YARIŞMAYI TAKİP ET = LIVE SCORES - COMMENTARIES

- YARIŞMANIN RESİMLERİ = PHOTOS

- YARIŞMANIN HABERLERİ = NEWS

- Tüm Yarışmacıların Ok Atacağı Hedef Numaraları = Competitors by Target


- Takımların Listesi = Team List


- Tüm Branşların Listesi = Number of Entries by Event


- - ( Döküman ve Resimlerin Kaynağı : FITA )

3 Ekim 2008 Cuma

Ok Yay : Evrenin Kudreti ve Şiddeti !

İçselleştirilmiş büyük hedefe yönelir ok. Güç yaydaysa şiddet oktadır. Yayı doğru geren, oku doğru yönlendiren menzile ulaşır, hedefi kalbinden vurur.


Fotograflar: Graham Yuile


'Sonuna kadar gerilmiş bir yay, tüm evreni içine alır.'İçten içe gerilen bir şey olduğunu hissettiniz mi dünyanın, magmanın en derininden gök kubbeye değin. Doğanın kudretini gerilen bir yaya sığdırdığını ve zaman zaman tüm şiddetini oklarıyla görünür kıldığını?


Milattan sonra dokuzuncu yüzyılda yaşayan İmam Taberi'ye atfedilen bir rivayete göre, ekinlerini yiyen kuşlarla başa çıkması için Adem'e, Allah tarafından Cebrail eliyle ok ve yay gönderilmiş. Cebrail yayı gösterip 'Bu Allah'ın kuvvetidir', oku işaret edip 'Bu da Allah'ın şiddetidir' diye anlattığı aletleri nasıl kullanacağını Adem'e öğretmiş. Bu inanca göre ok ve yay cennetten çıkmadır. Denilebilir ki; hedeften gelmişlerdir, yine hedefe varmak için kullanılırlar. Ok ve yay ile ilgili söylenmiş yaklaşık kırk kadar hadis içinde bunu doğrulayanlar bulunur. 'Bir ok sayesinde üç kişi cennete girer; oku yapan, sunan ve atan.' Bir diğeri, 'Ok atılan yer ile okun düştüğü yer arasındaki uzaklık kadar size cennetten bahçeler vaat edilmiştir.' der. Tanrının kudretini ve şiddetini ok ile yayda hissetmek, cennette vaat edilen bahçelere ulaşmak için bunlarla bütünleşmek fikri, doğu öğretilerinde de yer eder. Bir Japon ok ustası öğrencisine: 'Sonuna kadar gerilmiş bir yay, tüm evreni içine alır, işte bunun için yayı doğru biçimde germeyi öğrenmek çok önemlidir.' derken evrenle bütünleşmenin bir yolunu da söyler. Zen okçuları yayı doğru gerebilmek için vücudun gergin olmamasını; aksine bir bebeğin parmağı tutması gibi kuvvetli ama yumuşak, ve amaçsız olmayı öğütler. Çünkü 'Doğru yolda amaç güdülmez. Hedefi vuracağım diye ne kadar çabalarsanız o kadar başarısız olursunuz, amaçtan o kadar uzaklaşırsınız. Bir şeyi başarma tutkunuz yolunuza çıkmış engeldir.' Nedir, Zen hedef gütmeyi zihnimizden silerken, Taoist felsefe hedefe ulaşmak için gerekli tüm araçları aradan kaldırır; oku ve yayı bile. Onlara göre hareketin en yüksek kertesi hareketsizliktir. Belagatin en yüksek kertesi, konuşmamaktır. Ok atmanın en yüksek kertesi ise hiç ok atmamaktır.

Çinli hikâyeci Nakaşima Ton, Taoist felsefeden ilham alan 'Büyük Usta' adlı öyküsünde, aklın en yüksek derecesine yani 'Teh' e erişen büyük ustanın, öğrencisi Çi Ç'ang'a verdiği dersi anlatır. Yeryüzündeki okçuların en ustası olmayı hedefleyen yetenekli ama genç Çi Ç'ang, yaşayan en büyük ustayı aramaya koyulur. Sonunda bulduğu usta öyle ihtiyardır ki, gözleri nerdeyse hiç görmez, kamburluktan saçı sakalı yere değer. 'Okçulukta sandığım kadar usta olup olmadığımı sınamak için buraya geldim.' diyen Çi Ç'ang, yayına yerleştirdiği tek okla, oradan geçen bir kuş sürüsünden beş tanesini yere düşürür. Üstat hoş gören bir tavırla gülümseyerek, 'Sadece ok ve yayla nişan almak derler buna canım, hedefe oksuz, yaysız isabet ettirmesini öğrenemedin demek, gel bakayım.' der ve az ötedeki, eski hikâyelerde anlatılan üç bin endaze derinlikteki uçuruma seğirtir. Bu uçurumun en ucundaki, yerinden oynayan bir kaya parçasının üzerine çıkan usta Kan Ying, çok yükseklerde uçan bir akbabayı gözleriyle takip etmeye başlar. Elleri boştur. Görünmeyen bir yayın üzerine görünmeyen bir ok yerleştirir. Üstat yayı yeterince gerip oku bıraktığında, Çi Ç'ang havada belki de zihninde bir ıslık sesi duyar gibi olur. O anda akbaba da kanat çırpamaz olur. Genç okçu o anda en büyük menzile nasıl ulaşacağını öğrenir.

Okçuluk İslam'dan Zen'e içselleştirilmiş büyük bir hedefi amaçlar. Allah'ın kudretinin yayda olduğunu söyleyen İslam, bu kudreti kabul edip içindeki kuvveti kullanarak amaca ulaşılacağını söyler. Amaç kimi kuşları, kimi düşmanı bertaraf etmek; kimiyse yayın kuvvetinin oku gönderdiği yere kadar cennetten bahçeler almaktır. Evrenin bir yaya sığdırılabileceğini söyleyen Zen de; yayı iyi gerebilmekle, Tanrının evrende görülen türlü yüzünü tanıyabilmeyi işaret eder. Hedefin düzlemsel olması, yani okun karşıdaki bir noktaya gitmesi soyutun somutlaşmasında en büyük değişimdir. Aslında hedef döngüseldir. Yani yayın içinde olan; yani evrenle bütünleşmek, yani tanrının kudretine erişmek, oku içselleşen büyük hedefe yöneltir. Bizse sadece yuvarlak bir nokta, bir elma veya bir testi görebiliriz. Taoist felsefe bir adım ileriye gidip ok ve yayı da kaldırır. Artık her şey bizim içimizde gelişir, aklımızda; ok, yay ve hedef.

At, Ok, Türk
Oğuz sözcüğünün 'ok' tan geldiğini, ok ve oğulun aynı anlamı taşıdığını söyler Macar bilim adamı Laszlo Torday. Türklerde ok ve yay pagan dönemden bu yana bir hakimiyet sembolüydü. Hakan tahtta otururken ok ve yay tutar, savaşlara komutanları çağırmak için ok ve yay gönderirdi. Garipname adlı eserinde Aşık Paşa, Türk alpinin özelliklerini açıklarken, altıncı şartın; ok ve yaya sahip olmak ve bunları iyi kullanmak olduğunu söyler. Dede Korkut hikâyelerinde ise; Türk gençlerinin boş vakitlerinde ok atarak eğlendiğini, yiğitliklerini ok yarıştırarak gösterdiklerini, hatta evlenen bir gencin, attığı okun düştüğü yere gerdek çadırını kurduğu yazar.


Osmanlı'da ise ateşli silahların icadından sonra okçuluk, hem dini hem de geleneksel özelliklerini koruyarak bir spor halini aldı. Savaşın en önemli uzak mesafe silahı, bir zaman sonra barış zamanlarını temsil eden, kendi ahlakı, adabı hatta kanunları olan bir spor dalıydı. Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra bugünkü Okmeydanı çevresini, okçuluk müsabakaları için düzenletti ve okçuluk tekkesini kurdu. Osmanlı'nın birçok şehrinde bulunan ok meydanları, aslında sporcuların toplandıkları, yemek yedikleri, sohbet ettikleri; günümüzdeki spor kulüplerinin ilk örnekleriydi. Yine Fatih'in kurallara bağladığı okçuluk; zamanla liyakat, eşitlik, sabır ve erdeme ulaşmak için bir yol oldu. Yiğitlerin tüm hüneri ve ahlakı burada görülüyordu. Her şey meydandaydı. Cennetten bir köşe gibi kabul edilen meydanların sınırlarına kimse tecavüz edemiyor, meydana aptessiz girilmiyor, hatta yağmur duaları bile burada yapılıyordu. Uzun zaman meydan şeyhlerinin sözlü devam ettirdiği kurallar ve fetvalarla yönetilen spor, 1682 yılında kırk kişilik bir kurulun hazırladığı atıcılar kanunu 'kanunname-i rimat' ile yazılı hale geldi. Bu, dünya spor tarihinin ilk yazılı kanunlarındandı.

Ok meydanlarında ok atabilmek için kabza almak, yani lisans sahibi olmak gerekliydi. Ne ki bunun için çok çile (yayın iki ucuna takılan ve oku atmaya yarayan kaytan) çekmek gerekiyordu. Okçuluk yapmak isteyen önce tekke şeyhinden izin alıp, namaz kılar ve çalışmaya başlardı. Şakirt denilen acemi okçular, kepaze denilen yayın çilesini günde 50'den 500 kereye kadar çekip bırakırlardı. Bunun yanına her sabah on kezden başlayıp, her defasında artırarak avuçlarını bir mermere vururlardı. Sonraki aylarda ucu lastik toplarla kapatılmış oklarla talim atışları yapılırdı. En az beş ay sabırla, bıkmadan, usanmadan çalışan şakirdin vücudu kepazeye uyum sağlayıp, oku titretmeden atmayı öğrendiğinde, kabza almak için tekke şeyhinin huzuruna çıkar, şahitlerin önünde, yayı ve şeyhin elini öperdi. Kabzayı şakirdin eline bırakan şeyh, kulağına kemankeşlik sırrını da fısıldardı. Bundan sonra da çok çile çekilir, her gün idman yapılırdı. Çünkü büyük ustalar der ki: 'İdmanı bir gün bırakanı, kemankeşlik on gün bırakır.'

Bir kemankeşin olgunluk derecesini gösteren anıt, kendi adına diktireceği menzil taşıydı. Bunun için başka okçuları geçmesi gerekirdi. Atıcı menzil bozmak, yani baştaşı geçmek isterse, meydan ihtiyarlarının iznini isterdi. Ne ki atılan ok, baştaşın 30 gez sağına ya da soluna düşmemişse rekor kabul olmazdı. Yine güneşli bir nisan günü vezir, molla, ağa, bey takım takım herkes atış için meydana toplanmıştı. Nedir, atışları Yavuz Sultan Selim Han'da izliyordu. Herkes menziline oku fırlatıp, hedeflerini vurduktan sonra, sıra İhtiyar Bektaş Subaşı adlı kemankeşe gelmişti. Yanında iki ayak şahidi ve daha önce oraya menzil taşı diktiren bir kemankeş vardı. Okun düşeceği yerde üç havacı duruyordu. Bektaş Subaşı önce 'şevkınıza' diyerek izleyenleri selamladı. 'Kuvvet ola' diye karşılık aldı. Dizlerinin üstüne çöktü. 'Ya hak' diye yayına sarıldığında, sultanın önünde titreyen ellerine kuvvet geldi. Yaydan şimşek gibi fırlayan ok, bin gez ötedeki hedefin kalbine saplandı. Bu kutlu günü Yahya Kemal 'Ok' şiirinde anlatmıştı. İhiyar Bektaş Subaşı'nın oku, bugün hala Okmeydanı'nda apartmanlar arasında yükseliyor.

Peşrev okuyla 900 gezden (1 gez: 80 cm.) uzak menzil atıp 'büyük kabza' alan kemankeşlerin adları, 1682'den 1891'in 27 Ağustosu'na kadar bir sicil defterine yazıldı. Son gün kabza alan altı kemankeşle sayı 3375'i bulmuştu. Menzil atışları dışında nişanı vurma (puta atış) ve darp vurma (sert cisimleri delmek) da yapılırdı. Günümüz teknolojisinin yaptığı oklar ancak 250-300 metre uzaklığa düşebilirken, Osmanlı'da kabza alabilmek için en az 900 gez (700 m.) menzile atmak gerekiyordu. Bunun sırrı en az on yıl bekletilip işlenen Akçaağaç ve Kızılcıktan imal edilen yaylar, Kaz Dağları'nda yetişen çamlardan yapılan oklar ve bunları yoğuran ustaların bilgilerinde gizliydi. Kırılamayan rekorların başında ise 1281,5 gez (yaklaşık 1024 m.) mesafeli Bursalı Şüca Tozkoparan İskender'in gündoğusu menzili geliyordu.



Olimpiyat'a Okun Saplanması
Herhangi bir araç kullanılarak yapılan hiçbir spor dalının tarihini ok kadar eskiye indiremezsiniz. Hayvan avlamak için ok ve yayı kullanan atalarımızın, sadece birbirleriyle yarışmak için bir hedefe atış yapması uzak bir ihtimal olmasa gerek. Ne ki, okun bir silahtan spor aracına dönüşmesinin altında sadece yarışma ruhu yatmaz. İnsan okun yerine daha etkili ve kolay kullanılır silahlar icat ettiğinde, okun sadece öldüren yanına değil, hedefe giden, ona ulaşan yanına da odaklandı. İçselleştirilen bir şey dışımızda somutlaşmıştı. Karşımızda duran tek bir hedefin içinde, ulaşabileceğimiz başka noktalar ayrı renklere bölünmüştü. Hedefe ulaşmak için iki aracımız vardı. Birisi gücümüzü gösteren yay, diğeri gücümüzü ve onun şiddetini taşıyan ok. Ne kadar güçlü olsak ta, onu yanlış yönlendirirsek hedefimizden uzaklaşırdık. Hedefe ne kadar doğru yönlensek de, ona ulaşmak için yeterli güce sahip olmamız gerekirdi. Bunlar gözümüzün önünde bir anda oluyordu. Yayı gererken gücümüzü sınıyor, ok rüzgârı delip giderken sesini duyuyor, zamanı görüyor, sonucu yaşıyorduk. İnsan sadece bunun için ok atabilirdi.


Batıda okçuluğun izlerine savaşlarda ve mitolojide rastlanır. Bir spor olarak kayıtlara giren ilk müsabaka üç bin okçu arasında 1583 yılında Finsbury'de yapılır. Birçok ulusun okçuluk tarihinde, kendi içlerindeki çeşitli müsabakalarla ilgili notlar düşülürken, farklı memleketlerin birbirleriyle yarışması, İngiliz ve Fransız okçuların 1900 Paris Olimpiyatları'nda ok atmasıyla başlar. Stockholm'de 1912'de ve Antwerp'te 1920'de ok atılmış ve okçular 1972 Münih Olimpiyatları'na kadar pek ortada gözükmemiştir.

Sporun ruhundaki, eşit şartlarda yarışma ilkesi kimi zaman uygulanamaz. Bunun nedeni bazen fiziksel engeller olabilir. Ne var ki; okçuluk gerek engellilerin gerekse fiziksel engeli bulunmayanların aynı şartlarda yarışabileceği bir spordur. Çünkü okçulukta bedenin alt kısmı sabit tutulmalıdır. Kollarını kullanabilen herkes aynı şartlarda atış yapabilir. Londra'da düzenlenen 1948 Olimpiyat ateşi yakıldığı sırada, engelli sporcular Stoke Mandeville'de ilk kez yarıştılar. Ancak Paralimpik Olimpiyat Oyunları'nın ilk kez düzenlenmesi 12 yıl sonra, 1960'ta Roma'da gerçekleşti. Bu tarihten sonra 11 defa yaz olimpiyatları düzenlenirken yedi defa da kış oyunları yapıldı. Okçuluk ilk olimpiyatlardan bu yana, oyunların en önemli branşı olageldi. Bu spor düzenli yapıldığında engelli kişiler için bir rehabilitasyon, yeniden canlanma aracı olarak görülüyor. Fiziksel engeli olan sporcu, var olan gücünü doğru yönlendirip hedefi vurabiliyor. Havada uçan ok, hedefe varırken sadece mesafe engelini değil; tekerlekli sandalye engelini de delip gidiyor. Hedefe ulaşması, her şeyi yapabilme inancının gösterisi oluyor.

Hemen her spor dalında başarı, uzun zaman yapılan antrenmanların sonucudur. O branşın koyduğu hedeflere, çalışmalar sırasında çok kez ulaşılır. Hedefe ulaşabilme, tekrarlana tekrarlana otomatikleşir. Doğrucası, hedefe ulaşmak zamanla içselleştirilir. Her tekrar inancı da pekiştirir. Yarışmalarsa bir manifestodur aslında. Hünerimizi açıkladığımız alanlar. İçindeki hedefe ulaşan, yarışlarda aldığı sonuçla bunu gösteriyorsa yani içindekini gerektiği gibi haykırıyorsa, yaptığı sporun hakkını vermiş, hakkını almış demektir. Hülasası, bütün mesele bir okun yaydan fırlayıp içimizdeki gerçek hedefe dönmesi, ona saplanmasıdır.

- Oktay Uludağ / Aralık 2006
- Orjinal Kaynak : http://www.kesfetmekicinbak.com/yazarlar/oktayuludag/03025/