30 Kasım 2009 Pazartesi

Savaş Oyunu Paranoyak Yapıyor...

Ahi Evran ve Amasya üniversitelerinden akademisyenlerin, lise öğrencileri arasında yaptığı araştırmada ortaya ilginç sonuçlar çıktı.

Kırıkkale, Ahi Evran ve Amasya üniversitelerinden akademisyenlerin, lise öğrencileri arasında yaptığı araştırmada ortaya ilginç sonuçlar çıktı. Buna göre,
- Bilgisayarda dövüş ve savaş oyunu oynayan gençler, kendilerini sınıftaki diğer öğrencilere göre daha çok tehdit altında hissediyor. Strateji ve yarış oyunlarında ise herhangi bir fark yok.
- Dövüş ve savaş oyunlarını seven gençler, 'sürekli rekabet', 'arkayı kollama', 'tetikte olma', 'zararlı hareket bekleme' gibi davranışları, gerçek hayata taşıylabiliyor.
- Öğrencilerin yarıya yakını oyun bittikten sonra 1-2 saat yine oyun oynuyormuş gibi hissediyor. Bazen savaş oyunları rüyalara da giriyor.

Twilight, House of Night ve The Vampire Diaries



İtiraf ediyorum, koskoca kız oldum ama hâlâ, okuyucu kitlesi olarak liseli kızları hedef alan, bol vampirli, hafif mi hafif romanları okuyorum. Aslında 'hâlâ' doğru kelime değil, son yıllarda başladı bu takıntı; çünkü son yıllarda bu kitaplar sardı dünyayı. İlkokul 3'e giderken Angela Sommer-Bodenburg'un çocuk kitapları serisi Küçük Vampir'le birlikte vampirlerle tanıştığım andan beri bir vampir merakım var, ama benim zamanımda (!) vampir miti bu kadar ayağa düşmemişti, en fazla Anne Rice okuyup Lestat'ı, Louis'yi falan hayal ederdik :) Şimdiyse nereye elini atsan vampir, televizyonda vampir, sinemada vampir, edebiyatta vampir, işin garibi vampirler mutasyona uğradı, artık kana susamış tehlikeli ve gizemli yaratıklardan çok gün ışığında güle oynaya gezinen seksi erkek vampirler söz konusu, etraflarındaki zavallı ölümlü kızlar da onlara bakıp bakıp iç geçiriyor.

Bu yazıda üç farklı kitap serisini ele alıyorum, ki bunlardan birinin film, diğerinin dizi versiyonları yapıldı ki onlara da değiniyorum.




Twilight, House of Night ve The Vampire Diaries; hepsi de bol genç kızlı, bol kanlı, bol aşklı vampir "edebiyat"ı. Bu türle ilk tanışmam Twilight (Alacakaranlık) serisi ile oldu. Twilight çılgınlığı dünyayı bu kadar sarmadan önce, ve o rezil Türkçe çevirisine dayanamayarak orijinalinden okumuş, özellikle 1. ve 4. kitapları çok eğlenceli bulmuştum. Tabii ki son derece amatörce kaleme alınmış, boktan diyaloglar, bir türlü gerçekleşmeyen savaşlar ve acayip cheesy aşk halleriyle dolu dizide mutlaka her bölüme -3 sayfadan kısa olmamak kaydıyla- serpiştirilmiş Edward methiyeleri (...Edward'ın mermer gibi teni... Edward'ın hipnotize edici bakışları... Edward'ın kaslı ve kıllı seksi kolları... vs.) feci sinir bozucuydu. Tüm bunlara rağmen bu kitapları zevk alarak okuyabilmemin nedeni -çoğunluğun aksine Edward Cullen yerine- Meyer'ın yarattığı vampir dünyasıydı. İşin garibi, alıştığımız vampir mitini ters yüz ettiği için yazara kızıyordum da (hele hele vampirlerin güneş ışığına çıkamamalarının nedenini tenlerinin elmas gibi parlamasına bağlaması, gerçekten mi Stephenie Meyer, gerçekten mi?). Fakat hiç uyumayan, insanların arasına rahatça karışabilen, gün ışığı, haç, kutsal su ve sarmısak korkusu olmayan, yeryüzünde yazılmış tüm kitapları okumak, çekilmiş tüm filmleri izlemek ve yapılmış tüm müzikleri dinlemek için sonsuz zamanı olan, insanları öldürmek zorunda olmayan, harikulade iyi duyan, gören, koşan, elindeki zaman ve yeteneklerle olağanüstü bir virtüöz ya da tenis oyuncusu olma potansiyelini içinde taşıyan vampirlere özenmemek mümkün değildi. Meyer da ölümsüzlük saplantılı olan bana, gece uykuya dalmadan kurduğum hayaller için malzeme vermiş oldu. Twilight'tan aldığım buydu. Twilight kitaplarını yerden yere vurarak eleştirenlere hiçbir şey diyemiyorum, boynu bükük dinliyorum, utanmasam laf arasında 2-3 cümleyle değil, neredeyse ona ayrı bir yazı döşenerek yuhalayacağım ama utanıyorum çünkü ikiyüzlülük olacakmış gibi geliyor, çünkü çocuk kitapları standartlarında ele alındığında bile olağanüstü bir iktidarsızlık gösteren bu kitapları çok eğlenerek okudum ben. Guilty pleasure dedikleri bu olsa gerek.



Twilight'ın sinema uyarlaması ise rezalet. Re-za-let. Bu kadar sığ başka bir roman uyarlaması görmedim sanırım (belki The Time Traweler's Wife?) New Moon'u izlemedim, hiç mi hiç niyetim yok izlemeye, ilk film yetti de arttı bana. Filmin tek artısı Robert Pattinson. O da güçlü oyunculuğuyla falan değil, tipiyle. Nitekim Robert Pattinson'ı kutlamak gerek, bu filmde bir değil, tam iki rol birden üstleniyor: Edward Cullen ve Edward Cullen'ın saçı. Bu saç bazen ekranı kaplıyor, bazen Edward'ın boyunu 5 santim uzatıyor. Ama mühim değil, çünkü Pattinson ağzını açıp da konuşmaya başladığında ekranda dikkatinizi dağıtacak bir şeyin olması -bu saç da olsa- iyi oluyor (özellikle Edward'ın Bella'yı ilk gördüğü anda yüzünde belirmesi gereken şehvet ifadesi yerine bir mide bulantısı ve tiksinti görmek beni henüz çocuk yaşta olan Pattinson'ı değil, yönetmen Hardwicke'i suçlamaya itti).

Pattinson'ın hakkını teslim etmek gerek, çocuğun tipi tam kafamda canlandırdığım Edward Cullen; konuşmadığı sürece (ve gömleğinden fışkıran kıllarını görmezden gelebilirsem) dakikalarca izleyebilirim o yüzü. Gerçi New Moon'un fragmanında o makyaj olduğu inanılmaz belli olan baklava kaslar biraz tırstırdı beni, üstelik ilk filmde de aralardan kendi göz rengi olan kahverenginin çıkmasına engel olamayan sarı vampir lensleri ve yakın plan çekimlerde kıllarını kapayamadığını gayet iyi gördüğümüz ve vücudunun bazı bölümlerine sürülmesi unutulmuş, bazı bölümlerinde de feci sırıtan fondöteni de (ya da belki tebeşir tozu?) aynı derece abesti. Bütçeleri düşükmüş herhalde, paraları yetmemiş, canlarım. Bütçe demişken, görsel efektlerin komikliğine ne demeli? Zaten dövüş sahneleri az, bir de üstüne üstlük berbat, bari uçan vampirlerin tavandan sallanan ipleri görünmeseymiş. Filmin aksiyon sahneleri o kadar amatör ki, 80'lerde Türkiye'de çekilmiş 3. sınıf bir aksiyon filmi izlediğinizi zannedebilirsiniz. Ama bir dakika, Pattinson'ın yakışıklı olduğunu anlatıyordum. Evet, filmin tek artısı da bu galiba. Bir de müzikleri. İlginç bir şekilde S. Meyer'ın bu kitapları yazarken dinlediği, ilham aldığı müziklerden oluşturulmuş soundtrack. İyiymiş hatunun müzik zevki, ne diyeyim.


Twilight'ta Isabella Swan karakterinde gördüğümüz Kristin Stewart, bu filmdeki oyunculuğuyla ustalara oyunculuk dersi veriyor.

Bella'yı canlandıran Kristin Stewart'ın o bir an bile yerinde durmayan kaşları, sürekli birbirine vuran göz kapakları, herkesten nefret eder bakışları, uğruna öleceği büyük aşkı kendisine ilan-ı aşk ederken bile somurtması ne oluyor? Pattinson bile bu kızın yanında yetenekli kalıyor... Sürekli gözlerini kırpıştırınca, ağzını hiçbir surette kapamayınca ve iki lafı bir araya getiremeyip kekeleyince iyi rol kesiyor mu oluyorsun kızcağızım? Hele sonlardaki hastane sahnesinde, Edward Bella için en iyisinin onu bırakması olduğunu ima ettiğindeki tepkisi... Abartısız 45 saniye boyunca "Wh? Wha.. I... I! I.. What are you... What... Waa... But! But... A.. Oh..." şeklinde kekelemesi, o sırada bir yukarı bir aşağı inen kaşları, saniyede 7 kez birbirine vuran göz kapakları ve o somurtuk idiyotik bakış ve duruş... Seyircinin gülme krizine girdiği -ya da azıcık aklı varsa girmesi gerektiği- sahne işte o.

Stewart, aslında hiç de fena olmayan -yani Edward'a olan koşulsuz aşkı ve aşırı vicdanından başka bir kusuru olmayan, ama zaten başka bir özelliği de yok sanki Bella'nın, aman neyse- bir karakteri alıp piç ediyor bu filmde, kelimenin tam anlamıyla piç, bir de kalın yazalım: piç. Twilight'ın kitabını okumayıp da salt filmini izleyenler için Bella bir embesil. Bir sürü sıfat bulup arka arkaya dizmek isterdim ama üşendim, embesil sözcüğü her şeyi anlatıyor işte.


Kristin Stewart'ın ağzı film boyunca tek bir sahnede kapanıyor, onda da sağ üstte gördüğümüz gibi oldukça garip bir hal alıyor.

Senaryo yok ayrıca Twilight'ta. Gerçekten yok. Vampir filmi falan olmaya çalışmıyor film, aşk filmi olma derdinde. İşin kötüsü pek bir aşk da göremedim ben. Edward ve Bella'nın yakınlaşıp aşık oldukları süreç filmde.. ee... süreç olmaktan çıkıyor. Sahne 1: Edward ve Bella tanışır. Sahne 2: Bir bakarız Erdward ile Bella birbirine deli gibi aşık oluvermiştir. Meyer'ın en iyi (belki de tek iyi) yaptığı şey karakterizasyonken, onun karakterlerini ve gelişimlerini alıp böylesine ezmek de başlı başına bir yetenek olsa gerek. Geriye ne kalıyor ki? Mühim olan tek şey okula yeni gelen bu iddiasız kızın, okulun ulaşılmaz, gizemli yakışıklısıyla elele okula doğru yürümesi, o sırada çalan gaz müziğin de etkisiyle seyircinin yüzünde aptalca bir hülyalı ifadenin oluşmasıdır. Bütün lisenin önünde! Bella'ya hayranlık ve haset karışımı bakışlarla bakan liseli gençlerden daha önemli ne olabilir ki?!

Sonuç olarak filmin senaryosu berbat, görsel efektleri berbat, oyuncuları berbat... Ama filmin yönetmeni gayet eli yüzü düzgün bir film olan Thirteen'in yönetmeni: Catherine Hardwicke. Demek tek filme aldanmamalı, yönetmenin bir filminin iyi olması bir diğerinin boktanlıkta sınır tanımayacağı anlamına gelmiyor. Twilight'ta her şey öyle sıradan, öyle basit, öyle spastikçe, öyle klişe ki, bu filmi sinemaya gidip izliyorsanız iki seçeneğiniz var. 1- Salondan çıkmak, 2- Filme komedi muamelesi yapıp eğlenmek. Ben kitapları bilmeyen bir arkadaşımla gitmiştim ve film boyunca kahkahadan kırılmıştık.

Ayrıca sinema ve TV dünyasından birbirinden seksi vampirler gelip geçmişken uyduruk Edward Cullen'a bu kadar takılıp kalmak niyedir, anlamış değilim. İlk anda akla gelenler: Buffy ve Angel dizilerinden Spike (James Marsters) ve Angel (David Boreanaz), Dracula'dan Dracula (Gary Oldman), Interview with the Vampire'dan Lestat (Tom Cruise) ve Armand (Antonio Banderas), Tale of a Vampire'dan Alex (Julian Sands), The Lost Boys'dan David (Kiefer Sutherland) ve de bu listeye son zamanlarda giren The Vampire Diaries'den Damon Salvatore (Ian Somerhalder).

İnceleyeceğim ikinci vampir kitap serisi olan House of Night (Gece Evi), tamamen farklı. Anne-kız P.C. Cast ve Kristin Cast tarafından yazılmış olan House of Night daha çok, ortaokul ögrencilerinin Yaramaz Kızlar okuyup özenmesine benziyor. Lise çağında bir kız olsaydım, bu kitaplardan çok daha büyük keyif alırdım -nitekim sadece liseli kızların uğrunda ayılıp bayılacağı bir seri bu. İnsanların alıştığımız şekilde (kanlarının emilmesi+vampirin kanını emmeleri) vampir olmadığı, belli bir yaşa gelince Vampir Tanrıçası Nyx tarafından seçilip işaretlenerek, kendi kendilerine (bir hastalığın farklı evrelerinden geçer gibi) vampire dönüştüğü bir evren. Dünya, günümüz dünyasından farklı olarak, vampirleri biliyor ve -isteksizce de olsa- kabulleniyor. İnsanlarla karşılaştırıldığında vampirlerin nüfusu gene de çok az. 50 insandan belki biri (biraz attım) işaretleniyor değişim için. Üstelik her işaretlenen kazasız belasız vampire dönüşecek diye bir kural da yok; bu değişim sürecinin herhangi bir anında (ki birkaç yıl sürüyor değişimin tamamlanması) söz konusu çaylak -henüz vampire dönüşmemiş ama vampir olmak üzere işaretlenmiş insanlara çaylak deniyor- aniden kulaklarından, ağzından, burnundan ve gözlerinden kanın boca etmesiyle ölebiliyor, vücudu değişimi kaldıramamış anlamına geliyor bu. Bir çaylak ilk işaretlendiğinde (yani alnında içi boş motifli dövmeler oluştuğunda) pılını pırtını toplayıp neredeyse her şehirde bulunan House of Night okullarından birine gidiyor, çünkü bir çaylak, ölmek istemiyorsa, değişimini tamamlayana kadar yetişkin vampirlerin yakınında bulunmak zorunda (kabul edelim ki burası biraz saçma).



Şimdi, niçin bu serinin 15-17 yaş aralığındaki kızlara hitap ettiğine bir bakalım: Yatılı bir okul (güzel). Bu okulda geometri ve coğrafya gibi sıkıcı dersler değil, dövüş sanatları ve tiyatro gibi eğlenceli dersler veriliyor (güzeel). Bu okula gençler not alıp sınıf geçmeye değil, vampir olmaya geliyor ki bu da hikayenin ihtiyacı olan karanlık ve fantastik unsurları işin içine katıyor (pek güzel). Kitabın kahramanı, okuyanın kendisini kolaylıkla özdeşleştirebileceği, ne çok güzel, ne çok çarpıcı, ne de çok zeki, ama (dikkat!) çok 'farklı' olan bir hanım kızımız: Zoey (ne güzel). Ve onun çevresinde dört dönen birbirinden yakışıklı, seksi, popüler, şu bu erkekler (ki içlerinde şair bir öğretmen bile var ki, ne diyoruz? evet, aman ne güzel!).

Sonuç olarak, 8-9 yıl önce yazılmış (ve elime geçmiş) olsa beni çok mutlu etmiş olacak bir dizi bu. İlk 2 kitap beni bir sarmış, pir sarmış, 2-3 gün elimde onlarla gezmişim, hâlimi gören Umut'un bile canı çekmiş, bu 'kız kitabı'nı almış, kasmış kendini ve 2 kitabı bitirmiş. Ben de bu arada 3 ve 4 no'lu kitapları okumuşum (o sırada çevirisi olmadığı için üşenmemiş İngilizcelerini bulmuşum) fakat "yeter" diyip bırakmamız Umut'la aynı zamana denk gelmiş. Şu an 5. kitap (ki bir de 6.sı çıkmak üzereymiş) mahzun mahzun duruyor, bir gün okunacak elbet ama yakın bir gün değil o gün. Yazar(lar) o kadar başarılı ki incir çekirdeğini doldurmayacak konularda sayfaları doldurmakta, başlarda hoş gelen bu özellik bu kitaplarla birkaç gün geçirdikten sonra işkence olmaya başlıyor, bir bakmışsınız okuduğunuz son 50 sayfada Zoey'nin duş alıp yemeğe gitmeye hazırlanmasından başka bir şey yok; suyun basıncı ve sıcaklığı, yemek için seçilen kıyafetlerin rengi ve dokusu, saç kurutma makinesinin markası ve yarattığı harikalar anlatılmış sadece. Üstelik ben Harry Potter gibi her kitap 1 seneyi anlatıyor sanmıştım, çok yanılmışım: Bir kitapta taş çatlasa 5 gün geçiyor, şaka gibi. Anladık, Cherokee dilinde Uwetsiageya dilimizde 'kızım' anlamına geliyor ve bu sözcüğü anneannenden her duyduğunda yüreğin sımsıcak oluyor Zoey Kızılkuş, ama ne gerek var bunu her bölümde tekrar etmeye? Basit bir kahve içme eylemini 3 sayfada anlatmaya ne gerek var peki, arkası yarının kitap versiyonu mu bu?..



Sonuç: Hoş ama boş bir dizi bu. 2. kitabın sonunda ortaya çıkacak olan büyük 'revelation'ı siz zaten ilk kitabın ortalarında tahmin etmiş oluyorsunuz. Romanın dilinin zaman zaman okullu bir kızın günlüğündekine benzemesi de canınızı sıkıyor. Pek çok yerde size çocukça hatta aptalca gelecek gözlemler, benzetmeler, diyaloglar, kararlar (çüş) var. Ama hoş, heyecanlı bir dünya Zoey'nin dünyası, bağımlılık yapıyor. İyi kafa dağıttırıyor. Seksi vampirler de cabası.

Sıra şu ara pek bir moda olmuş The Vampire Diaries'de (Vampir Günlükleri). Bu seri için "Twilight taklidi bu, oğlan vampir, kız ölümlü, birbirlerine aşık oluyorlar" gibi ileri geri laflar duymaktayım orada burada, en başından belirteyim ki The Vampire Diaries ile Twilight kitapları 15 küsur yıl arayla yazılmış, fakat ilk yazılan Twilight değil. Yani ortada ille de bir apartma durumu varsa, Stephenie Meyer L.J. Smith'den ilham almış demektir. Tabii bu sadece bir teori :)



Bu kitap serisinin birincisi 18 yıl önce yazılmış, ama kitapların TV dizisine dönüştürülmesi bu sene oldu, dolayısıyla kitapların ulaşabildiğinden çok daha geniş bir kesime ulaştı. Konu, Twilight'la sadece yüzeysel bir benzerlik gösteriyor aslında. Evet asıl çocuğa deli gibi aşık ölümlü bir kız (Elena) ve iyi yürekli, tıpkı Edward gibi insan kanı içmeyen, her zaman güvenilir vampir bir oğlan (Stefan), bir de bunların aşkı çevresinde dönüyor olay. Ama bir vampir oğlan daha var ki çok daha ilginç Stefan'dan: Stefan'ın abisi, karizmatik, gizemli, kötü çocuk Damon. Elena da hafiften ikisi arasında kalır gibi oluyor (ama hafiften). Üstelik asıl oğlanın asıl kıza aşık olma nedeni, Twilight'takinden (hatırlayalım, neydi? evet, Bella'nın kokusu Edward'a çok çekici geliyordu; kızın kanını içmek istiyordu, bir de herkesin düşüncelerini duyabildiği halde Bella'nınkileri duyamıyordu. Aşık olmak için birbirinden geçerli iki neden) çok daha az absürd: Zamanında deli gibi sevdiği Stephanie -spoiler vermemek için çok uğraşıyorum :)- Elena'nın ikizi gibi. Ama sadece görünüş olarak. Öncelikle birkaç yüzyıl fark var aralarında. Üstelik... Ehem, neyse. Spoiler yok.

The Vampire Diaries'in edebi dili diğer iki seriyle çok benzeşiyor: Yok. Çerezlik kitap diye tanımladığımız, ne yetişkin ne çocuk edebiyatına girdiği için, yayınevlerinin 'Young Adult' (yani genç yetişkin) serileri altında satılan kitaplar. The Vampire Diaries'deki vampirler, bilip sevdiğimiz vampirlere Twilight ve House of Night'takilerden çok daha fazla benziyorlar, ama bir nokta var ki, Meyer'ın tenleri güneşte elmas gibi parlayan vampirlerinden bile daha çok sinirimi bozuyor: Sihirli yüzük. Smith'in vampirleri, özel bir yüzük sayesinde güneşin altında ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşabiliyorlar. Biliyorum, bunun nedeni serinin bir lisede geçmesinin gerekliliği (gerek çünkü hedef yine genç kızlar, o zaman ortam neresi olsun? tabii ki lise olsun!), güneş ışığı tenlerine temas ettiğinde vücutları alev alıyor olsa, vampirciklerin liseye gidip kendilerini insan olarak yutturabilmeleri pek mümkün olmazdı. Yine de kolaya kaçma yöntemi gibi geliyor bana gün ışığından etkilenmeyen vampirler yaratmak.

Kitapta en çok hoşuma giden şey, ana karakterin alışageldiğimiz ezik büzük, vicdanlı, iyilik tanrıçası, popülerlikle uzaktan yakından alakası olmayan, iç dünyası zengin, derin mi derin, eli yüzü düzgün ama kesinlikle çarpıcı olmayan kızdan çok farklı olması: The Vampire Diaries'in Elena'sı sarışın, incecik, okulun kraliçesi, üstelik son derece şımarık ve kitabın başlarında oldukça yüzeysel bir kız. Kitaptaki Elena bana ne kadar hoş geldiyse, TV dizisindeki Elena da o kadar itici geldi. Bu vesileyle The Vampire Diaries'in dizisine yumuşak bir geçiş yapıyoruz: Dizi ilk sezonunda, ben bu yazıyı yazarken 10 bölüm yayınlandı ve ara verdi, 1-2 ay sonra devam edecek.

Hemen dizinin Elena'sını anlatmalı: Ezik büzük, vicdanlı, iyilik tanrıçası, popülerlikle uzaktan yakından alakası olmayan, iç dünyası zengin, derin mi derin, eli yüzü düzgün ama kesinlikle çarpıcı olmayan bir kız buradaki Elena. Bu satırlar tanıdık mı geldi? Bir üstteki paragrafa bakın, Bella'yı ve türevlerini tanımlamak için aynı sıfatları kullanmışım, hayret. Esmer ve fare gibi bir kız bu üstelik. Hayır dizide bu kızın en yakın arkadaşı taş gibi bir melezken, teyzesi bu fareden çok daha seksiyken kim neden bu kızcağıza baksın ki, mantıklı olmuş kızı popüler yapmamaları. Ama neden, neden her zaman başroldeki kız böyle bir iyilik meleği yapılır, eğlenmeyi bilmeyen, tutucu, inatçı, herkesi yargılayan, sıkıcı bir karakter yaratılır? Neden? Böyle tiplerle mi özdeşleştiriyor kendini seyirci, gerçekten mi? Azıcık sadık kalın kitaba, yapın şöyle taş gibi sarışın, soğuk, popüler, ukala bir hatun, çıkmayacak mı hiç kendiyle özdeşleştiren, görelim.



Elena böyle. Ama bir Stefan var ki, Elena onun yanında güzellik kraliçesi gibi kalıyor. The Vampire Diaries'in güvenilir, çekici, taş vampiri Stefan'ı, dizide bir 'Edward Cullen wannabe' canlandırıyor. Bakışlar, mimikler, yatık durmayan o saç, gözler, kaşlar, her bok aynı. Aynı aynı olmasına da, Pattinson'ın 17 gömlek altı. Oynayan adamın adına bakmaya bile üşendim şimdi, ama eminim biyografisini bulsam 30 yaşında olduğunu öğrenirim, bir de bu sorun var tabii: Amerikan gençlik dizilerinde çocuklu adamların halka 'teenager' diye yutturulması. Evet Stefan bir vampir ve bilmem kaç yüz yaşında ama 17 yaşındayken ölmüş, 17 yaşında görünmesi gerekiyor. Neden abi, neden deli bir bütçe ayırdığınız dizinin oyuncu seçimlerini bu kadar kötü yaparsınız?

Ki bu da beni dizinin en önemli silahına getiriyor. The Vampire Diaries'de tek bir oyuncu var ki, diğer tüm tipsizleri unutturuyor; hatta dizinin basbayağı onlarca örneği olan bir Amerikan gençlik dizisine dönüşmekte olduğu gerçeğini, tek farkının arada sırada görünen sivri dişler olmaya başladğını, eğer diziyi takip etmek istiyorsa, hiç ilgilenmediği halde Elena'nın (kitapta küçük bir kız olan) 16 yaşındaki erkek kardeşinin aşk hayatını da izlemek zorunda olduğunu idrak etmeye başlayan sabırsız seyirci, sadece bu faktör sayesinde bu diziye tahammül edebiliyor: Ian Somerhalder. Lost'un Boone'u olarak bildiğimiz bu bebe, hem çok başarılı bir oyunculuk, hem de şahane bir tiple dizinin başrollerinden birini, Stefan'ın kardeşi kötü çocuk Damon'u canlandırıyor.

Twilight'ın filmini izlemeyin, kitabını da okumayın mümkünse, ama ille de birini yapacaksınız, açık ara kitapları önde. The Vampire Diaries'i ise ne okumaya ne izlemeye gerek var, belirttiğim gibi sadece Ian Somerhalder dizisini takip etme nedeniniz olabilir, ama fikrimi sorarsanız baştan hiç bulaşmayın. House of Night'ın dizi ya da film uyarlaması yok, ama bu üçü arasında benim favorim o. Ki o da bir süre sonra bayıyor, ama arka arkaya okumak yerine kitapların arasına birer ay koyarsanız keyifli vakit geçirmiş olursunuz; House of Night Twilight ve The Vampire Diaries ile karşılaştırıldığında çok daha mülayim, hafif, kendini ciddiye almayan ve eğlenceli bir seri, asıl derdi vampirler üstelik, inanılır olmayan ucuz bir aşk hikayesi değil. Şayet gençlerimizin büyük kısmı (maalesef ben de dahilim bu gruba) gibi bir vampir zaafınız yoksa hepsinden uzak durmak en iyisi.

Son olarak, biliyorum ki burada eksik kalmış, dillerden düşmeyen bir vampir dizisi var: True Blood. Her yerden duyuyorum ve merak da ediyorum ama aldığım duyumlara göre güneyli aksanıyla konuşuyormuş vampirinden insanına bütün oyuncu kadrosu, ben de o aksana tahammül edemiyorum... Diziyi ilk bölümünden harcamak yerine hiç bulaşmamayı tercih ediyorum :)

Tüm Zamanların En İyi Filmleri - 4 (1995-1999)

1- Fight Club
Yönetmen: David Fincher

Yazar: Chuck Palahniuk (roman), Jim Uhls (senaryo)

Oyuncular: Edward Norton, Brad Pitt, Helena Bonham Carter

Tür: Gizem|Dram|Gerilim

Yapım yılı: 1999

Süre: 139 dk.

Ülke: ABD

Dil: İngilizce

IMDB Puanı: 8.8/10



2- The Big Lebowski
Yönetmen: Joel Coen & Ethan Coen

Yazar: Joel Coen & Ethan Coen

Oyuncular: Jeff Bridges, John Goodman, Steve Buscemi

Tür: Komedi|Suç

Yapım yılı: 1998

Süre: 117 dk.

Ülke: ABD|İngiltere

Dil: İngilizce

IMDB Puanı: 8.2/10



3- The Truman Show
Yönetmen: Peter Weir

Yazar: Andrew Niccol

Oyuncular: Jim Carrey, Laura Linney, Natascha McElhone, Ed Harris

Tür: Dram|Bilimkurgu

Yapım yılı: 1998

Süre: 103 dk.

Ülke: ABD

Dil: İngilizce

IMDB Puanı: 8/10



4- Breaking the Waves
Yönetmen: Lars von Trier

Yazar: Lars von Trier, Peter Asmussen

Oyuncular: Emily Watson, Stellan Skarsgård, Katrin Cartlidge

Tür: Dram|Romantik

Yapım yılı: 1996

Süre: 159 dk.

Ülke: Danimarka|İsveç|Fransa|Hollanda|Norveç|İzlanda

Dil: İngilizce

IMDB Puanı: 7.8/10



5- The Game
Yönetmen: David Fincher

Yazar: John D. Brancato & Michael Ferris

Oyuncular: Michael Douglas, Sean Penn, Deborah Kara Unger

Tür: Aksiyon|Macera|Gizem|Gerilim

Yapım yılı: 1997

Süre: 128 dk.

Ülke: ABD

Dil: İngilizce

IMDB Puanı: 7.7/10



6- O Que É Isso, Companheiro? [Four Days in September]
Yönetmen: Bruno Barreto
Yazar: Fernando Gabeira (roman), Leopoldo Serran (senaryo)
Oyuncular: Fernanda Torres, Pedro Cardoso, Alan Arkin, Cláudia Abreu
Tür: Aksiyon|Dram|Tarih|Gerilim
Yapım yılı: 1997
Süre: 100 dk.
Ülke: Brezilya|ABD
Dil: Portekizce|İngilizce
IMDB Puanı: 7.3/10


7- Train de Vie [Train of Life]
Yönetmen: Radu Mihaileanu
Yazar: Radu Mihaileanu
Oyuncular: Lionel Abelanski, Clément Harari, Johan Leysen
Tür: Savaş|Romantik|Dram|Komedi
Yapım yılı: 1998
Süre: 103 dk.
Ülke: Fransa|Belçika|Hollanda|İsrail|Romanya
Dil: Fransızca|Almanca
IMDB Puanı: 7.6/10


8- Being John Malkovich
Yönetmen: Spike Jonze
Yazar: Charlie Kaufman
Oyuncular: John Malkovich, John Cusack, Cameron Diaz, Catherine Keener
Tür: Komedi|Fantastik
Yapım yılı: 1999
Süre: 112 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 7.9/10

9- The Usual Suspects
Yönetmen: Bryan Singer
Yazar: Christopher McQuarrie
Oyuncular: Gabriel Byrne, Kevin Spacey, Stephen Baldwin
Tür: Suç|Gizem|Gerilim
Yapım yılı: 1995
Süre: 106 dk.
Ülke: ABD|Almanya
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 8.7/10


10- Seven [Se7en]
Yönetmen: David Fincher
Yazar: Andrew Kevin Walker
Oyuncular: Brad Pitt, Morgan Freeman, Gwyneth Paltrow, Kevin Spacey
Tür: Suç|Gizem|Gerilim
Yapım yılı: 1995
Süre: 127 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 8.6/10




11- Vor [The Thief] (1997)
12- American Beauty (1999)
13- Tesis [Thesis] (1996)
14- Gattaca (1997)
15- Pleasantville (1998)
16- Contact (1997)
17- Sleepy Hollow (1999)
18- Crna Macka, Beli Macor [Black Cat, White Cat] (1998)
19- Todo Sobre Mi Madre [All About My Mother] (1999)
20- Underground (1995)
21- Smoke (1995)
22- La Vita è Bella [Life Is Beautiful] (1997)
23- Welcome to the Dollhouse (1995)
24- La Cité des Enfants Perdus [The City of Lost Children] (1995)
25- Sliding Doors (1998)
26- Mimi wo Sumaseba [Whisper of the Heart] (1995)
27- Dark City (1998)
28- Instinct (1999)
29- Secrets & Lies (1996)
30- Dong [The Hole] (1998)



31- Abre Los Ojos [Open Your Eyes] (1997)
32- eXistenZ (1999)
33- I Want You (1998)
34- Yi Ge Dou Bu Neng Shao [Not One Less] (1999)
35- La Fille sur le Pont [The Girl on the Bridge] (1999)
36- The Matrix (1999)
37- Funny Games (1997)
38- Trainspotting (1996)
39- Before Sunrise (1995)
40- The Sixth Sense (1999)
41- Dil Se... [From the Heart] (1998)
42- Fargo (1996)
43- La Vie Rêvée des Anges [The Dreamlife of Angels] (1998)
44- The Thirteenth Floor (1999)
45- Lost Highway (1997)
46- The Ninth Gate (1999)
47- As Good As It Gets (1997)
48- Lulu On The Bridge (1998)
49- Gabbeh (1996)
50- Lola Rennt [Run Lola Run] (1998)

Harry Potter e-books (english)


Harry potter books read in the original language.
These books are in English. Is in pdf format.

(Harry Potter kitaplarını orjinal dilinde yani ingilizce okumak isteyenler, pdf formatta ve 1-7 kitaplar bulunmaktadır...)






  • Deathly Hallows
  • Half BloodPrince
  • Order Of The Phoenix
  • Prisoner of Azkaban
  • The Chamber Of Secrets
  • The Goblet Of Fire
  • The Sorcerer's Stone

linkler:

kaynak: book-download.blogspot.com

29 Kasım 2009 Pazar

Drag Me to Hell: Türün meraklılarına şiddetle tavsiye edilir

Yönetmen: Sam Raimi
Yazar: Sam Raimi & Ivan Raimi
Oyuncular: Alison Lohman, Justin Long, Lorna Raver
Tür: Korku|Gerilim|Komedi
Yapım yılı: 2009
Süre: 99 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 7.3/10
Çavlan'ın Puanı: 7/10
Umut'un Puanı: 7.8/10

Hikayemizin kahramanı bir bankada çalışan, yemeden içmeden hevesle terfi etmeyi bekleyen, pasta ve dondurmalardan uzak duran, şöyle asil bir aileden gelmediği ve ivy league mezunu olmadığı için biraz eziklik hisseden, bilmemne profesörü erkek arkadaşına layık olmaya çalışan (!), fazla takıntılı ve hırs küpü ama iyi yürekli bir hanım kız -ki Alison Lohman cuk oturmuş bu role. Bu kızımıza bir gün yaşlı bir çingene geliyor, evinin borçlarının vadesini uzatmasını rica ediyor -yalvarıyor hatta. Christine (kahramanımız) patronuna soruyor, ama patronu kızın inisiyatif kullanmasını bekliyor ve kararı ona bırakıyor, oysa gayet açık ki, Christine'in deli gibi istediği terfiyi alabilmesi için sert durup, çingeneyi reddetmesi gerek. Christine de bunu yapıyor. Ve çingene kızımızı lanetliyor. 3 gün boyunca Lamia (bildiğimiz Lamia!) isimli iblisin ruhu Christine'e işkence edecek, 3. günün sonunda da korkunç ve acılı bir şekilde onu öldürecek (ki ölmekle kalmayacak, ruhu sonsuza dek cehennemde alevler içinde yanacak!).

Konu böyle. Pek orijinal bir konu değil, kabul edelim. Hatta feci halde Stephen King'in
'Thinner'ını anımsattı bana. Üstelik de çok, çok abartılı işlenmiş bu konu. Yani, konuda bir numara yok, altmetin yok, filmden çıkarılacak tek mesaj "evinden atılmak üzere olan yaşlı kadınlar borçlarının ödeme süresini uzatmak istediğinde reddetmeyin". Ama... şaşırtıcı denilebilecek kadar eğlenceli ve de korkutucu (ikisi birden evet) bir film bu. Bir de sanırım ben beklentilerimi hep düşük tutuyorum korku filmi izlerken (çünkü çok boktan yapımlar çıkıyor son yıllarda), o yüzden çocuk gibi seviniyorum gerçekten beni korkutabilen bir filmle karşılaştığımda. Bu filmde de sayısız kez çığlık attım -ki bunların yarısına yakınında Umut da benim kadar bağırdı :)-, birkaç kez yüzümü buruşturup istemsizce "Iyyy" dedim, bolca da güldüm. E tamam, başka bir şey beklememiştim zaten. Sinemada gidip para vermeye değmeyebilir, ama evde ışıkları kapatıp sesi de sonuna kadar açıp DVD'den izlemeye değer, özellikle korku/komedi seviyorsanız.


Hiç mi hiç tahmin edilebilir şekilde ilerlemiyor Drag me to Hell. Tamam, sonu hariç belki, ama o da olmazsa olmazdı. Görsel efektler o korkunç müzikle (berbat anlamında değil, korkutucu anlamında korkunç) birleşince tüyler ürpertici bir atmosfer yaratıyor; bir saniye bile rahatça nefes alamıyorsunuz. Aynı anda midenizin bulanmasını engellemek için gözlerinizi mi kapatsanız, gülmekten aktı akacak olan salyalarınızı engellemek için ağzınızı mı kapatsanız karar veremiyorsunuz.

Film "Spider Man'in yönetmeninden..." diye tanıtıldı, ama gerçek şu ki, bu filmin yönetmeni Spider Man'i yapan adam değil. Evil Dead'i çeken adam. Nitekim Sam Raimi bu filmle korku işine geri dönüyor, umalım ki gene bir 20 yıl boyunca ortalardan kaybolmasın (Spider Man saçmalığını görmezden geliyorum evet) ve düşük -sayılabilecek- bütçeli korku filmlerine devam etsin.

28 Kasım 2009 Cumartesi

5 YIL ÖNCE

Saat: 23:18. Tam 5 yıl önce bu saatte bilgisayar başında ingilizce çalışıyordum. Akademik kariyerin bir basamağı olan sınavıma hazırlanıyordum, karnımdaki tekmelerle birlikte. Karnımdaki tekmeler sıklaşınca oğlumun rahatsız olduğunu hissedip, ingilizce notlarını bir kenara bırakıp ve uyumaya çalıştım. Ama oğlumu bir kez rahatsız etmiştim. O da beni uyutmadı ve gelmek istediğini belirten işaretleri verdikten sonra soluğu acilde aldık. Daha kapıda hemşire sordu. "Kaç haftalık?" diye, "38+3" dedim. Muayeneden sonra, "vakit gelmiş" lafını duyduktan sonra heyecan, belirsizlik, özlem ve mutluluk kapladı içimi.

İşte bizim hikayemiz böyle başladı oğlumla. 29 Kasım 2004, 16:07 de dünyamıza geldi. Herhalde ölünceye dek bu heyecanı ve mutluluğu yitirmek mümkün değil. Yavaş yavaş onun büyümesini izlemek ise mükemmel bir duygu.

Doğum günün kutlu olsun canım oğlum. Nice sağlıklı, mutlu ve en önemlisi de huzurlu bir ömrün olsun. Bahtın ve şansın hep açık olsun. Üzüntülerin, kırgınlıkların, hayal kırıkların, gözyaşların az olsun, mutlulukların, sevinçlerin, umutların çok olsun inşallah. SENİ ÇOK SEVİYORUM.

Not: Bugün aile arasında yaptığımız doğum günü kutlamasından fotoğraf koymaktı amacım ancak fotoğraf makinesinin kablosunu işyerinde unutmuşum :(

26 Kasım 2009 Perşembe

Death Note



Sevmediğim bir şey söz konusu olunca yazmak kolay ve bir nevi meditatif bir eylem oluyor. Sevilen şeyler hakkında yazmak ise biraz zor, “gidin görün” diyip kısa keseyim istiyorum bazen. Fakat bunu şimdi anlatacağım çizgi roman/çizgi film/film (evet şu an anlatacağım şeyin üç versiyonu var) için yapmaya içim el vermiyor, çünkü böyle bir durumda önyargıların baskın çıkacağını biliyorum. Teknolojik ürünler söz konusu olduğunda sahip oldukları üne ters düşecek şekilde, Japon çizgi filmi dendiğinde bir çoğunuzun aklında şöyle bir imaj oluştuğunu biliyorum:


Hayır hayır hayır hayır hayır, Death Note böyle bir şey değil.


Haliyle, anlatacağım şeyin büyük gözlü veletlerin çığrışlarından ibaret bir çocuk işi olmadığını anlatmam gerek ki, Death Note’un hakkını yemiş olmayayım. (Death Note’la bir şekilde zaten tanışık olanlar için ise, çizgi film, sinema filmi ve çizgi romanı kıyaslamasını sona saklı- yorum)

Kimler Okumalı / İzlemeli: Şimdiden yazayım da tüm yazı önyargılara kurban gitmesin: Eğer Lost, Prison Break, Alias tarzı alengirli senaryolara sahip dizilere meraklıysanız, Death Note’u kesinlikle izlemelisiniz/oku- malısınız. Kısacası bahsettiğim şey, TRT’nin Pazar kuşağındaki çizgi filmlerden biraz farklı.


Japon çizgi filmi / çizgi romanı: Bu noktada uygun kaçacak bir açıklama geçeyim: Japonların çizgi filmlerine (gerek 2 saatlik filmler olsun, gerek bölümlerden oluşan diziler olsun) “anime”, çizgi romanlarına “manga” deniyor. Bundan sonra bu terimlerle yazacağım çünkü hem yazması daha kolay, hem de çoğunluk için çizgi film / çizgi roman gibi kavramların akılda yarattığı “2. sınıf eser” izlenimini taşımıyorlar. Anime ve mangaların çocuklar için olanları olduğu gibi gençler/yetişkinler için olanları da var (Hatta pornografik olanlar var ve bunlara “hentai” deniyor). [Genelde aşina olduğumuz Amerikan/Avrupa çizgi filmleri içinde yetişkinlere yönelik olan belli bir akım varsa bile ben bilmiyorum, ama çizgi romanlar söz konusu olduğunda DC’nin başı çektiği yetişkinlere yönelik, edebiyat kısmı ağır basan belirgin bir akım mevcut diyebiliriz. Çizgi roman yazarlarından Alan Moore’u (Watchmen, V for Vendetta) ve Neil Gaiman’ı (Sandman, Stardust) eserleri sinemaya uyarlandığı için duymuş olabilirsiniz...]

Mangalarda çizim kareleri, normal çizgi romanlardan farklı olarak, sağdan sola doğru okunuyor. Bu açıdan içine girmesi biraz zor ve karışıklık yaratıcı olabiliyor. Fakat mangaların alıştığımız batı usülü senaryolarından daha farklı ve yeri geldiğinde daha özgün olması (gerek Japon kültürü gerek konuları gereği), bu özelliği küçük bir engel kılıyor. Mangalardan yapılan uyarlama animeler, benim gördüğüm kadarıyla mangalara oldukça sadık, dizi şeklinde çekildikleri için kısıtlamaya gidilmeden olduğu gibi aktarılabiliyorlar.



Konuya gel: Death Note, bir ölüm tanrısının (Shinigami), Ölüm Defteri’ni (Death Note) dünyaya bırakmasıyla başlayan olaylar zincirini konu alıyor. Ölüm Defteri ise, içine ismi yazılan insanları şak diye öldüren bir defter. Siz, bu mükemmel fikrin bir konuya dönüşüp dönüşemeyeceğini, nereye kadar uzatabileceğini merak ederken, olaylar sürekli gelişiyor ve hiç tahmin edemediğiniz yerlere gidiyor. (Yazının bu kısmı izlemeyenler için olduğu için gereksiz yere karakterleri tanıtıp ilk bölümlerin büyüsünün bozulmasını istemiyorum). Aksiyondan çok senaryo ve diyaloglara (ama süper zekice diyaloglara) dayanan bir eser bu, samuraylar ya da robotlar gibi kendinizi uzak hissedebileceğiniz fazla japonumtrak öğeler yok, bu açıdan yeni manga okuyacak biri için içine girmesi oldukça kolay.

“İyi ama bu yaşta çizgi film izlemek/çizgi roman okumak baymaz mı?”: Söz konusu yaşı 50’den büyük insanlar olduğunda bu tepkiyi anlamak zor olmasa da, bu tepkinin güncel kültüre dair merak ve birikimi olan bazı arkadaşlarımdan da geldiğini bildiğimden bu açıklamayı özet şekilde geçmem gerekecek:

1) Merak etmeyin, izleyeceğiniz şey voltron veya tsubasa değil, bunları sevenlere lafım yok tabii ama Death Note çocukluk anılarınızı tazeleyip nostalji yaşamanız için önerilebilecek bir çizgi film değil. Her saniye “kim ne yaptı da böyle oldu” diye dikkatle izlenmesi gereken detaylı bir dizi, bu açıdan batı yapımı olan ve karışık olduğu iddia edilen birçok yapımla da boy ölçüşür bence.
2) Her ne kadar konu yetişkinlere yönelik olsa da, sahnede gerçek insanlar yerine çizgi tipler görmek bazıları için rahatsız edici bir deneyim olarak algılanabilir. Bu önyargıyı bir şey yazarak kırabilme ihtimalim çok az, ama eğer film/edebiyat konusunda yenilikler arayan biriyseniz neden bunu aşmanız gerektiğini aşağıda açıklamaya çalışayacağım:

Death Note’u batı dünyası yazsaydı ne olurdu?: Manga/anime dünyasına girmediyseniz ve sırf çizgi eserlere ve karakterlere karşı duyduğunuz çekingenlikten dolayı geri duruyorsanız kaçırdığınız şeyleri spoiler vermeden anlatmanın başka yolunu bulamadım:

Hatırlamayanlar için: Death Note, bir ölüm tanrısının (Shinigami), Ölüm Defteri’ni (Death Note) dünyaya bırakmasıyla başlayan olaylar zincirini konu alıyor. Ölüm Defteri ise, içine ismi yazılan insanları şak diye öldüren bir defter. Bu konuyu Amerikalıların ele alıp dizisini çektiğini düşünün: İlk bölüm 5 milyon dolar harcanarak çekilir, görseller çok etkilidir. Baş kahramanımız kahraman dedektif Joe’yu hırpalanmış takım elbisesi içinde, üzerinden dumanlar çıkmakta ve kaosa sürüklenmiş olan şehrin doldurduğu ufka bakarken buluruz. Her şey normal giderken birden insanların durduk yere ölmesiyle başlayan olayların arasında kalan ve canını zor kurtaran dedektif, ilerdeki bölümlerde kendisini olayları çözmeye adayacaktır. Buraya kadar güzel değil mi? Peki sonra ne olacaktır? Biz 4 sezon boyunca asla bu ölümlerin nedenini öğrenmeyeceğiz, bunun yerine dedektifle karısının gereksiz ilişkisini, iş yerindeki kankasının sorunlarını falan dinleyeceğiz, arada arabalarıyla şüphelendikleri adamları falan kovalayacaklar, bazen bir yere çıkmayan ipuçları elde edecekler falan filan. Bazı özel bölümlerde flashback/flashforward’lar olacak konuyla ilgili olmasalar bile. 4. sezonun sonunda dedektifin kankası esasında kötü adam çıkacak ve dizi tam heyecanlanırken 512 aylık tatile girecek.

Fransızlar bu konuyu ele alsalar filmini çekerlerdi. Konuyu da, defteri bulduktan sonra bununla aşık olmayı başaramayan erkekleri öldüren, fakat içinde sevgi arayan ve sonunda aşık olan bir kıza bağlardı (Uvvv çok tatlı, aman aman).


Biliyorum bu filmin aslında Fransız yapımı falan olmadığını, idare edeceksiniz artık.

Almanlar çekse reality show yaparlardı, bir sezon boyunca eve kapatılan 12 tip arasından, her hafta sonu eve saklanmış olan ölüm defterini bulan kişi istediği kişiyi elerdi, fakat ölüm defterini bulduğunu fark eden biri olursa dokunulmazlık kazanırdı (herkes dokunulmazlık kazanırsa defterin sahibi ölürdü). Bunun yanında bol bol sevişirler, aufsung gutenborg hüpschlaft diye konuşup dururlardı. İtalyanlar çekse bağrış çağrıştan konuyu anlamazdık zaten, salla gitsin. Eğer Türkler çekseydi, Death Note’un ismi Alın Yazısı olurdu. Gerisini siz düşünün artık.


(El emeği göz nuru afişime katkıları için Çavlan’a teşekkür ederim:) )

Bu fikirlerin biri bile size çekici geliyorsa, Death Note’u izleyip/okuyup orijinal senaryo nasıl yazılırmış görmeniz lazım. Öte yandan, bu fikirleri iç bayıcı ve monoton bulduysanız, Death Note’u izleyip/okuyup yeni bir şeyler tatmanızın zamanı gelmiş demektir.

Konuya aşina olanlar için ---- Death Note manga/anime/film karşılaştırması:

Bu bölümü Death Note’un herhangi bir versiyonuyla (anime/manga/film) aşina olmadıysanız okumayın, spoiler verebilirim:

- Spoiler - (izlemeyen okumasın)

Death Note’un ilk olarak mangasını okumuştum, sonradan Çavlan’la animeyi ve filmi izledim. Öncelikle anime, manganın neredeyse aynısı. Sürekli konuşmalardan oluşan bir seriyi nasıl ekrana aktarabilirler ki diyordum ama başarmışlar. Her ne kadar aralarda kaybolan detaylar olsa da, gördüğüm en “uyumlu” uyarlama diyebilirim; haliyle manga muhteşem olduğu için anime de çok güzel. Mangada uzun uzun açıklanan çoğu şey animede de açıklanıyor, arkaplan müziğini koyup üstüne uzun uzun konuşturmuşlar karakterleri (bazen düşünce sesi şeklinde), kötü de durmamış.



Karakter çizimleri de mangayla birebir aynı, animasyonlar da gayet başarılı. Müzikler pek hoş, hem orkestral işlerden hem de enstrumental/rock tarzı şarkılardan oluşuyor. 2 sezon olarak bölebileceğimiz animenin ilk sezonunun başlangıç müziği daha standart bir Japon rock parçasıyken, 2. sezonda giriş müziği öküz gibi bir death metal parçası! (Yeeeahh! Jürürünç!) Bence serinin ruhuna, karanlığına, ayrıca Death Note’un diğer anime/mangalara kıyasla gösterişsiz olan görsellerinin altında yatan orijinal konusuna süper uymuş: Bazen köşede köhne bir kebapcı görürsünüz, tırsarsınız ama girdikten sonra yemeklerin hiçbir yerde yemediğiniz lezzette olduğunu görürsünüz hani; Death Note da böyle bir etki yaratıyor işte onunla karşılaşma anınızdan itibaren. Giriş müziğinin (ve ona eşlik eden muhteşem jeneriklerin) köhne veya kalitesiz olmadığı kesin ama sıradan bir izleyici için de alışılmadık olduğunu ve garipseyebileceğini tahmin ediyorum.


Karizma böyle bir şey..

Animede beni tek rahatsız eden şey, mangada olmayan ve gereksiz bir duygusallık yaratma çabası içeren sahneler. Neyse ki bunların sayısı fazla değil, biri L’in kaybedeceğini anlamasıyla başlayan bölüm. Mangada L son ana kadar mücadele verip aklını çalıştırırken, animede öleceğini anlamasıyla yavşayan, Light’a ilkokul seviyesinde laf sokan bir L görüyoruz. O değil de, adama neden ayak yıkattınız ulan? Evet, yanlış okumadınız, L, Light’a mağlup olduğunu ve öleceğini anladığı noktada adamın ayağını yıkıyor. Öeeeeeh birader!



Sanırım bu Japon kültürünün uzantısı olan bir şey, hani bükemediğim eli öperim, zeki düşmana saygı duyarım hesabı. Bunun gibi Japonlara has olduğunu sezdiğim başka şeyler de var (aşırıya kaçan tepkiler, çığlıklar, sesler gibi..) ama izlerken alışıyor insan. Light’ın babası iki de bir “uhh”, “ağ..öüğhh” gibi sesler çıkarıyor mesela şaşırdığı zaman, hani ağzını azcık bükeyim herif şaşırmış gözüksün demek yok, illa o sesi eklemişler. Bazı noktalarda herifin ağzı sabit, yine o ses çıkıyor.

Misa’nın da “Lightooooooooo” diye bağırması falan kopuk. Güzel ama, seviyor insan, çünkü konu süper sonuçta.

Gelelim filmine. Esasında 2 film var, birbirinin devamı olan. İkisi de rezalet. Yazının başında sevmediğim şeyi yazmak daha kolay diyordum ama şimdi de buna üşendim. O derece rezalet yani. Casting bu kadar kötü olabilir, Light’ı oynayan çocuğun mangadaki karizmatik tiple alakası yok. Çocuğun gıdısı var ulan! Yuvarlak suratlı bir şey. L’i oynayan eleman ise gerçeğine çok benziyor ama hareket etmediği sürece. Hareket ettiği zaman komik oluyor. Esasında mangadaki L ile çok benzer şeyleri yapıyor ama hareketler bir türlü oturmuyor, hızlı ya da garip gözüküyorar. Animedeki L’in hareketlerini izleyip kapsaymış biraz, o güzeldi bak. Ryuk’u 3D modellemişler, en çok o benzemiş ama o da hiç gerçek karakteri gibi davranmıyor, aptal saptal her boka gülüyor.


Solda Light, Sağda L, orijinal halleriyle başlarına
geleceklerinden habersiz bakarken..


Yine solda Light, sağda L. Simitçi bıyığı ve yuvarlak
suratlara dikkat. (Yeni isim önerilerim: Himmet ve Ruşen,
babalarının ahşap atolyesinde poz verirken)

Death Note’un en güçlü kısmı olan senaryo ve diyaloglar piç olmuş. Diyaloglar korkunç, karakterler kötü oynamanın yanı sıra inanılmaz mantıksız ve saçma sapan şeyler yapıyorlar. L hiç olmadığı kadar çocuksu ve saçmasapan espriler yapmaya kasıyor, Light sadece suçluları öldürme motivasyonunu kaybetmiş, öyle ki şekil olsun climax olsun diye birinci filmin sonunda sevgilisini (mangada olmayan sevgilisini!) öldürüyor. Ryuk, Light’ın her sorusundan sonra soruyu tekrarlayıp kahkahalarla gülüp sonra soruyu cevaplıyor (bunu karizmatik olsun diye yapmışlar ama “Adın ne?” diye sorulan soruya da “Adım mı ne? Hahahahahahahahahahahah.....(30 saniye).. Ryuk” şeklinde cevap verince olmuyor ki).


Bir efsanenin bittği an... (“Osurdun mu Ruşen?”)

Işıklandırma, kamera açıları falan saçmasapan, evde handycam’le çekim yapmış koymuş adamlar sanki. Alakasız yan karakterler var, yeni bir şey de katmıyorlar (Her saniyesi dolu geçen 37 bölümlük animeyi 4 saate sığdırmak mümkün değil zaten ama eksikmiş gibi ortama yeni yan karakter sokmanın mantığı ne ola ki?) İkinci filmin yarısında baydık, izlemedik geri kalanını.

İşte böyle, size de filmini tavsiye etmem, özeti budur. Etrafta “önce bir filmini izleyelim, beğenirsek diğerlerine zaman ayırırız” falan diyen olursa engelleyin. Zaten o kişiler animesini izlemeye başlarsa dayanamayıp devam edecektir . : )