24 Ağustos 2006 Perşembe

Kayıt

Bugünlerde neler oluyor dersiniz?

23 Ağustos 2006 Çarşamba

İnternet ve Ödev

Net üzerinden para kazanmanın bir çok yolu var. Bunlardan biri de ödev sitesi oluşturmak. Her ne kadar ülkemizdeki ödev siteleri o denli gelişmiş olmasa da sayın talebelerimiz sınırları zorlamaya başladılar bile. Her geçen yıl ödev yapmak için başvuranların hem sayısı arttı hemde niteliği değişti. Önceleri bitirme tezi ile başlayan süreç, ilkokul ödevlerine kadar inmiş durumda. Bazı ebeveynlerin çocuklarına bilgisayar almasının temel sebeplerinden biri olmuş. Bir çok çocuğumuzun internet cafe denilen yerle ilk tanışmasının yegane sebebi de ödevdir sanırım.
İnternetten kopyalayarak ödev yapmanın etiğini tartışacak değilim. Daha başından itibaren yani çocuğun kendisiyle ilgili bir sorunu çözmekteki yaklaşımından başlayarak ne kadar zararlı etkileri olduğu açıktır. Emek sarfetmeden bir şeylere ulaşmak, içinde bulunduğumuz kokuşmuş yaşam biçiminin öngördüğü bir davranıştır olsa olsa. Sadece çocuklarımızı korumak içinde olsun bunu bir şekilde engellemek gerekiyor.
Öğretmen olarak bir kez daha düşünmek gerekiyor artık ödev verirken. İngiliz meslektaşlarımız ödev vermeden önce internette ki ödev sitelerinde var mı diye arar olmuşlar. İşleri oldukça zor. Bizimse henüz böyle bir derdimiz yok. Zaten internetten bulunup çıktıyla getirilen ödevlerin kalitesi korkunç durumda. Kısıtlı olan kaynaklardan ancak bu kadar bilgi elde edilebiliyor anlaşılan.
Geçen yıl başıma gelen olay oldukça düşündürücüydü. Kayaçlar konusunu anlatırken. Her öğrencinin çevresinde değerli olduğunu düşündüğü kayaçlardan getirmesini istemiştim. Getirdiler, hemde binlerce. Elbetteki gittikleri internet cafeden elde ettikleri resimlerdi bunlar.
Varsın olsun bu yıl daha dikkatli oluruz. Tembih ederiz artık. Netten bulunan ödevler dikkate alınmayacaktır deriz. Niçin internetten ödev yapmamaları gerektiğini ayrıntısıyla anlatırız. Büyük bir ihtimal dinlemeyeceklerdir, benden söylemesi.
Siz yine de bana internetten bulunmuş ödevi yutturamazlar diyorsanız. www.turnitin.com adlı siteyi bir ziyaret edin. Sitede netten elde edilmiş olduğunu düşündüğünüz ödevler milyonlarca sayfa da taranıyor. Bir tür copyguard sistemiyle. Umarım işinize yarar.

17 Ağustos 2006 Perşembe

Sosyalizm ve İnsan Ruhu

Express dergisi bu ay ki sayısında (ağustos - eylül) beraberinde kitap veriyor. Beyin açıcı sıfatında bir kitap. Oscar Wilde'ı bilenler bilir. Herşey hakkında söyleyecek bir sözü vardır mutlaka. Bu kez kendinden büsbütün farklı olduğu düşünülen bir konuda yazdıklarıyla çıkıyor karşımıza.
Ece Temelkuran'ın 2000 yılında, yenibinyıl gazetesinde kitapla iligili yorumu oldukça güzel.
"Kitabın sağ sayfalarında ana metin, yani Wilde'ın metni ilerlerken, sol sayfalarda meseleyle ilgili bambaşka "esas" adamların yazdıkları yer alıyor. Yani tıpkı internette sosyalizm ve insan ruhu diye bir search yapmışsınız da; birbirine linkle bağlanmış sayfaları anında görüyorsunuz gibi. Üstelik bu sefer download krizi yaşamadan."
Bu küçük kitapta ayrıca Murat Belge'nin bir önsözü de yer alıyor. En nihayet Fatih Özgüven'in yeniden düzenlediği çevirisiyle sunulmuş kitap.
Şu günlerde iyi bir okuma yapmak istiyorsanız oldukça ideal. Kitabın bir başka özelliğiyse kışkırtıcı olması. Okurda başka kitaplara ulaşma isteği uyandırıyor.

Söylemediğim Sözcükler

Arzusu hilafına: Ancak metinsel bir edim sırasında kullanabilirim. Önce bir arzunun bende hilaf etmesi de gerekir.
Hırpani:Ne güzel de tarif ederdim kendimi biri soracak olsa.
Umarım:Zar zor yerleştirdim dilime bu kelimeyi. Aynı zamanda bir düşünsel ayrılığın başlangıcı da oldu. Umarım her şeyden önce İnşallah’ın ağır dinsel bağlanıcılığının yerine, bireysel bir seçme eylemidir bende.
Kaldı ki:Son birkaç yılın, kimse kullanırken diline nereden yerleştiğini bilmese de en revaçtaki sözcüğü. Edattır aynı zamanda kendileri. Söyleyene ayrı bir ağırlık katar. Eğer dikkat edilirse kötümser bir havası vardır kaldı ki sözcüğünün ve/veya edatının. Bir kandırma eğilimi olduğunu düşündürür, kendisinden sonra gelecek sözcüğün. Yerine ısrarla zaten sözcüğünü öneriyor dilim. İçevurumsal bir kandırma olsa da işin içinde.
Sahi: Samimiyetine inanırım sahi’nin. Kişisel bir gerçekliğe ulaşılmak istendiğinde ne de güzel yerini bulur. İyi huylu bir bağlaçtır üzmez kimseyi. Hatırı sayılır. Sonrasında kullanılacak sözcüğe karşı yapabilecek hiçbir şeyinizi bırakmaz. Sahi, siz hiç kullanmış mıydınız?
Each man kills the thing he loves:Cilalı bir itiraftır, içten içe kullanılan diyaloglarda mırıldanılır en çok. Söyleyene derinlik katar eğilimindeyim.
Elzem: Hiç bir şey elzem olmadı o kadar hayatımda, her şey olmasa da olurdu bir bakıma. Yine de kullanmak isterim bu sözü ısrarla tek başına.
Gülünç: Bir olunmaması gereken durumlar bütünü. Küçümser gibidir... olan biteni. Bir kez kullanacak gibi oldum kendim için.. iyi değildi.

Gelmiş Bulundum

Ben mişim... neymiş? su sesiymiş
Oymuş...cam kırıkları gibi gövdemi yakan...
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mi, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

Güneş mi batarmış bir özel isim bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

Yıldızlar, büyülü ülke, adimi unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz sarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir olum derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, Los bahçeler, aksam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.


Edip Cansever

14 Ağustos 2006 Pazartesi

Salça

O kadar domatesin ziyan olmasına dayanamazdım. Bir çuval domatesi melemen yapımında kullanma fikri başlangıçta çok cazipti ama.
İnsanın köyünün olması ne güzel. Yılın bu mevsiminde, otobüs bagajları sıkış tıkış dolu olur. Köylerden elde edilen ürünler şehirlerde yaşayan uzantılara yollanır. Genelde kuru bakliyat türünde yiyeceklerin geldiğini söyleyebilirdim ta ki bugüne kadar. Harem otogarında acaba ne göndermişler diye beklerken, az sonra olacakları kestiremezdim. Bir büyük çuval içinde domatesi indirince muavin, kısa ve keskin bir sürede kalabalık içinde, çeşitli renkler edindim. Umarım kimse görmemiştir. Gizlenerek abartmıyorum adeta saklanarak bir an önce vıcık vıcık domates çuvalını taşıdım arabaya.
Üsküdar istikametinde giderken bir an atmayı bile düşündüm. Hazır tüp geçit için kazılmış çukurun yanından geçerken. Yapamadım. Yapmış olmayı dilerdim çünkü önümde bir engel daha vardı. Apartman sakinleri. Güpe gündüz koca bir çuval domatesi görseler; bir hayli merak, alay, muhabbet, eğlence konusu olabilirdim. Çok dikkatlice girdim ve yakalanmadım demek isterdim. Üst kattaki Behlül Amcaya yakalandım.
Kurtul kurtulabilirsen. Nerden gelmiş, kaç kiloymuş, ne yapacakmışım, cinsi neymiş, ne güzel kokarmış şimdi bunlar. Gürültümüzden, bütün apartman kısa sürede dahil oldu mülakatıma. Çeşitli fikirler verildi. Melemen yap, turşsunu kur, olmazsa dağıt. Dağıt ha, dağıtır mıyım size bunları. Ne emek vermişim bir bilseniz, ne rezillikler çekmişim. Yok öyle beleş domatese kurulmak...
Zorlukla attım kendimi ve domatesleri eve. Sevgili domateslerimle başbaşa kalabilmiştim nihayet.
Salça yapma fikri aklıma gelene kadar domateslerimi çeşitli şekillerde değerlendirmiş olmalıyım. Sabah olduğunda karar verdim. Salça yapmalıydım.
Balkonlar çok amaçlı yapılardır. Çiçekleri kaldırırsanız , ortaya rahat harket edebileceğiniz bir alan çıkar. Sonra bir kaç kova suyla yıkarsanız temiz bir mekanda elde etmiş olursunuz. Uzun zamandır ne işe yaradığını bilmediğim plastik leğeni de bulunca, ön hazırlıklarıda yapmış oldum.
Ertesi gündü salça yapmaya başladığımda. Çocukluğumdan kalma gündelik bilgiyle, nasıl salça yapıldığını hatırladım. İlk önce domatesleri yıkadım, unutacağımı sanmayın. Bahçenin hortumunu eve çektiğimi de yeri gelmişken hatırlatayım. Sonra çuvala tekrar doldurup gerisin geri domatesleri, leğenin içine yerleştirdim. Henüz diğer balkonlarda kimseler yoktu. Öğle sıcağından olsa gerek, meraklı komşularım perdeleri dahi açmıyordu. Leğende, çuvalın içindeki domatesleri bir güzel ezdim. Posası çıktı zavallıların. Bir hayli sıvıda elde ettim hani. Bütün amacım bu değil miydi zaten. Bütün hırsımı domatesi ezerken çıkardım.

Gönül isterdi ki aynen çocukluğumda olduğu gibi büyükçe bir kazan içinde, bahçenin ortasında, topladığım çalı çırpıyla bir ateş yakıp öylece kaynatmak bu domates suyunu, salça olması için. Evde de zevkli olur bakın, deneyin benim gibi bir ara. Yalnız saatlerce başında durup sürekli karıştırmak kaydıyla. Ne bileyim öyle akımda kalmış, dibi tutmasın diye, sıvı kaynarken, sürekli T şeklindeki bir tahtayla karıştırmak gerekiyordu.
En nihayet salçam olmaya yüz tutuyordu. Biraz önce güle eğlene karıştırdığım sıvı, gittikçe katılaşıyor, zaman geçtikçe yorucu hummalı bir uğraşa dönüşüyordu. İnanılmaz ama olmuştu. Aynen evdeki diğer kaderdaşlarına benziyordu bu yaptığım. Geriye kalan kıvamını tutturmaktı. Tutturdumda. Sonuçta bir iki yıl tüketimime yetecek salçam olmuştu. Huzurla açılışı yapabilirdim artık. Bidonlara doldurdum tomato soucemu. Keyfime diyecek yoktu. Bütün yaramaz çocuklar gibi, son bir gayretle kazanın dibini, ekmeğimle sıyırdım.

Tuzsuz olsanda güzelsin ey organik salça...

Okul - Orhan Pamuk

Okulda ilk öğrendiğim şey bazılarının aptal olduğu, ikinci öğrendiğim şey ise bazılarının daha da aptal olduğuydu. Tıpkı din, ırk, cins, sınıf, servet (ve bu listeye en son eklenen) kültür farkları gibi, hayattaki bu temel ve belirleyici farkı farketmiyormuş gibi yapmanın bir olgunluk, bir incelik ve bir efendilik olduğunu o yaşta kavrayamadığım için öğretmenin sınıfa her soru soruşunda, doğru cevabı bildiğimi göstermek için çırpınarak parmağımı kaldırırdım.

Daha sonraki aylarda, yıllarda bu bir alışkanlık oldu. İyi, akıllı bir öğrenci olduğumu sınıf da, öğretmen de anlamıştı biraz, ama ben gene her soruya bir cevabım olduğunu kanıtlamak için parmağımı kaldırıyordum. Öğretmen pek seyrek bana söz veriyor, çoğu zaman kalkan başka parmakları, onlar da konuşsun diye işaret ediyordu. Bir süre sonra cevabını bileyim bilmeyeyim, her soruya parmağım kendiliğinden kalkar oldu. Bunda, sıradan kıyafetler giyse bile, çok pahalı bir takı ya da kravat takarak zengin olduğunun farkedilmesini isteyen birinin huzursuzluğuna benzer bir kendini gene de gösterme isteği ile, öğretmene karşı duyulan bir çeşit hayranlık ve işbirliği etme dileği de vardı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız...

13 Ağustos 2006 Pazar

Barışa Rock

Tam zamanı. Barışa olan inancımızın kaybolmaya yüz tuttuğu şu günlerde. Böyle bir etkinliğe katılmak biraz da olsa kendimize getirebilir bizi. Hem daha bir gür sesle söyleriz, ne söyleyeceksek. Hoş, böyle bir kaygı duymuyor olsakta, sadece bişeylere karşı olmak için de gidilebilir. Alın size festivale gitmek için bir bahane daha; okullar açılmadan önce gidip kulaklarımızın, yüreğimizin pasınını atarız. Siz bir yolunu bulup gidersiniz zaten biliyorum. Hatta benden önce. Geçen yıl olduğu gibi gidipte yer bulamamakta var. Bu yıl elimi çabuk tutayım. Sabahın erken saatlerinde, uygun bir konum alayım. Gideceklere ekstradan bir tavsiye ise ne olur ne olmaz eşofman türünde giysiler giymeye çalışın. Olura keneler sabote edebilir...

12 Ağustos 2006 Cumartesi

Fairuz-Hawa Beirut

Fairuz'un hüzünlü sesinden Beyrut'u sevmek.

11 Ağustos 2006 Cuma

Beyrut


Beyrut anlatılacaksa eğer ille de bir şeylere benzetilir. İşin kolayına kaçanlara göre Doğunun Paris’idir. Oysa hiçte Paris’e benzemez. Benzemekte istemez, denizsiz yapamaz çünkü. Sırtını kıyı dağlarına verip, uçsuz bucaksızmış gibi hissedilen Doğu Akdeniz sahilince uzanmak ister...
Makber şiirinde Abdulhak Hamit Tarhan, Beyrutu öyle bir anlatır ki mübalağa karanlık bir şehirdir karşımıza çıkan. Haklıdır da Tarhan, Fatıma’sını kaybetmiştir. Tatlı bakışlı Fatımasını, Cay-ı dilberini. Belli ki kadim bir aşk vardır aralarında. Şiir boyunca kabullenemez bu erken gelen ölümü.
Bir isyan şiiridir Makber. Havsalanın, hayalin alamayacağı bir durumdur yaşanan çünkü. Ölüm karşısında çaresizdir şair. Bir süre sonra, bir şekilde kabullenir bu ölümü; her ne kadar teskin etse de kendini Abdulhak Hamit Tarhan. Yaşadığı bu acı böyle muazzam bir şiiri bırakmıştır geriye.
Rivayete göre Tarhan şiiri, Fatımanın cenazesinin gemiyle Beyrut’tan İstanbul’a getirildiği gece yazmıştır.
“En fazla bir yıl sürer, yirminci asırlılarda ölüm acısı.” demiştir şair. Mütevazidir bunu söylerken, yaşadığı dönemden her şeye karşın umudu kesmemiştir. Oysa Yirmibirinci Asırlılarda ölüm acısı bir gün bile sürmemektedir. Tv haberlerinde kirlenmektedir insanlık. Bizi tutsak eden görüntü, acılarımızı yavaş yavaş sağaltır, öfkemizi dindirir. Zaman kötü bir zamandır. Fatıma bir şekilde unutulmuştur, Beyrut unutulmuştur. Nasıl olsa ölenle ölünmez denilip, avunulmuştur. Hatırası havada kara bir bulut gibi dağılıp gitmiştir. Binlerce bomba yağmaktadır artık üzerine.
Öyle bir unutuştur ki bu, toplumsal havsalamız utanır hatırlamaktan. Oysa şuracıkta işte, yanı başımızdadır. Fatıma kadar, şahdamarımız kadar bize yakındır Beyrut.
Beyrut’a gidecektim bu yaz... nasılda unutmuşum. Ne çok şeyi unutmuyoruz ki bilerek veya bilmeyerek. Oysa ne planlar yapmıştım. Cilvegözünden Suriye’ye geçecektim ilk, sonra ver elini Halep, oradan dağ yollarını aşıp, inecektim Beyrut’a.
Hala orada mıdır bilmem. Hala öylesine dingin midir Beyrut kestiremem.
İçim sıra bir Abdulhak Hamit yürüyor şimdi. Fatımayı beklerken ki haliyle. Ve kara bir kalemle yazıyor yine o şiiri. Ben gittim o haksar kaldı / Bir köşede tarumar kaldı / Baki o enisi dilden eyvah /Beyrut'ta bir mezar kaldı.
Beyrut’a gidecektim bu yaz... Fatıma’nın şehrine...

10 Ağustos 2006 Perşembe

Training Day

“Evet, herkes okuldan korkar...” diye başlıyor Catherina Baker o çokça bilinen “Zorunlu Eğitime Hayır” adlı kitabında ve şöyle de sürdürüyor. “Ordudan, hastaneden, mahkemeden de... Çünkü bu kurumlar felaketlerin ve acıların habercisidir. Elbette bu tür olaylar karşısında her insan aynı yürekliliği gösteremez, bütün insanlar aynı ölçüde tehdit altında değildir zaten.”

Okulların açılmasına kısa bir süre kala bakanlık, bu ilk gün sendromunu yenmek için harekete geçmiş. Daha haberi alır almaz, garip, abuk sabuk bir şeylerin yapılmış olabileceği konusunda kuşku bile duymadım. Bir kere daha başlangıçta bu soruna eğilmesi gereken anne babalar değil bakanlıktı. Öğretmenlerden de gelmiyordu bu talep, sivil toplum örgütlerinden de. Aslında bu üzerine vazifelik durumu bakanlık yetkilileri için bir avantajmış gibi görünüyor şu halde. Görünsün bakalım.

Sözüm ona okulların açılamasına bir hafta kalası, yeni kayıt minikleri toplayıp, öğretmenleriyle kaynaştırıp benim naçizane tabirimle tarining day yaptıracaklarmış. Ne güzel ya. Miniklerimizde pek haz alırlar bu işten. Bu uygulamadaki maksat çocukların ilk gün korkularını yenmekmiş. Yensinler bizde bir şey demiyoruz da. Ya bu sefer bu olağanüstü durumdan büsbütün korkarlarsa. Çocuk deyip geçmeyiniz ağalar. Cin gibidir bu veletler. Hemen anlarlar işin içyüzünü. Siz o zaman göreceksiniz yaygarayı. Ayak diremeleri, yerlerde sürünerek ağlamaları. Bilecektirler, sizin 7 yaşında diyip küçümsediğiniz yavrular, bu işte bir çoban aldatan olduğunu. Keşke siz bıraksaydınız da her zaman olduğu gibi. O ilk gün geldiğinde anneleriyle babalarıyla yaşasaydılar bu korkuyu. Zaten yaşayacaklar.

Gelelim şu korku meselesine...
Sahi neden korkar bu çocuklar. Biraz buna eğilelim. Eğitim ağalarımızın yapmadığını yapalım. Sorunu derinlemesine değerlendirelim.

Aynı kitapta şöyle diyor Baker, “İnsanların çoğu, o ilk gün ölesiye korktuklarını, sonra zamanla okula alıştıklarını unuturlar. Unuturlar ama korku bütün bir yaşam boyu sürer, nedenini de bir türlü çıkaramazlar. O gün duyulan acı, artık karanlıklara gömülmüştür, işin en korkunç yanı da bu.”

Çocuk doğduğu andan itibaren bir özgürlükler bütünü içinde yaşarken. Birden bire kontrolün olduğu, her şeyin disipline edildiği, belirli kurallar dahilinde hareket edildiği bir ortamda bulur kendini. Korkmasında ne yapsın. Öte yandan biyolojik bir bağla yaşadığı ailesi yerine kendine hükmeden yabancı bir kişiyle karşı karşıyadır; öğretmen.

Çocuk hiçte alışkın olmadığı yeni davranışlara sürüklenir daha ilk gün. Sıra edilmiştir, (üni)forma giydirilmiştir. Olağan dışı bir duruma hazırlanmaktadır. Henüz evdeyken başlar korku. Mızmızlanacaktır, kahvaltı bile yapılamayacaktır. Evde giderek bir panik havası oluşacaktır. Gariptir çocuk için, her gün işe giden anne – baba özellikle bugün gitmemiştir. Vardır diye düşünecektir çocuk bunda bir çapanoğlu.

Okulun önüne varıldığında asıl o zaman açığa çıkar bütün korkular. Sabahın bu erken saatinde yüzlerce binlerce çocuk toplanmıştır. Okul meydanı bayağı günlerinden birini yaşıyordur oysa. Gelin bir de çocuklara anlatın bu durumu. Artık öznelikten çıkıp, topluluk halinde bir yaşama sürüklenecektirler.

Sonuç olarak Training Day kötüdür. Ne yaparsanız yapın korkacak bu çocuklar. Siz iyisi mi iki kez korkutmayın bu çocukları. Korkudan altına yapan çocuklar görmüş olan beni endişelendirmeyin lütfen. En azından kendinizi kandırın benim gibi. Şöyle deyin;

Alışırlar!!!
Böyle gelmiş böyle giderler!!!
Çocuktur unuturlar!!!

9 Ağustos 2006 Çarşamba

İtalyan Geçmek

Askıya almış içini herkes/Aşk İtalyan geçiyor yanımızdan/Zaman kendini ilişkiyle tanımlar/ geçmiş bir iç kaleye dönüşür/su başkalaşır aktıkça kendinden/ezberi abartıyoruz yalnızca/ jestleri yeniden yerleşiyor yinelenmekten oturmuş gövdenin/verev zamanlar karşı karşıya getiriyor figürleri yeni yörüngelerde/yorumu kaç karat kara kuyumun?/göze almanın replikleri değişir yaş aldıkça/korunaklı hayatların kurduğu/ kunt zemberek hangi sahnede boşanıyor?/fay kırıkları eski pozlar içinde hayal/gözlerimizden içimizdeki krater görünüyor /klişelerin emniyetinde kalıplar/kendini prova ediyor/roller dağılarak tarih düşer varolduğu kimliğe/hafıza bunu bilmiyor/Donmuş zamanların çözgüsünü beklemez sıcak an, kara tesadüf/(seyrek dokunun içinden akıp geçen sarışın kum)/Oyunların altı boşalır yeni gerçekliğinde mekan ve gövde/gerginliğini giderir büyük kumarın/tesadüfleri kullanmanın bilgisine şans tanımıyor ölümün elindeki ölüm/askıya almış içini herkes/biz ezberimizi yinelerken/aşk yanımızdan İtalyan geçiyor/aşk yanımızdan geçiyor/aşk yanımızdan..(murathan mungan-oyunlar intiharlar şarkılar)

6 Ağustos 2006 Pazar

Sabaha Kalmak

Dış kapı açıktı.

Mantıklı bir insanın açık bir kapıyla yapılabileceği şeyler sınırlıdır. Kişi gider, usulüne uygun bir şekilde kapatır kapıyı. Ben ne yaptım dersiniz.

Oysa daha başlangıçta benim için hayli zor görünüyordu. Kapıdan süzülen ışığı takip etmek. Neredeyse sabah olacakken, bulmak kendimi kentin ıssız caddelerinde.

Yıllardır sabahlara kadar kalmışlığım yoktu. Geceyi tüketip diğer güne vurmuşluğum.
Tam anlamıyla vurdum hani. Kendimi boğazda balık tutanların arasında buldum. Sabahın bu saatinde bu kadar insanın buralara tünemiş olmasına şaşırarak. Şaşkınlığım onlarla beraber çay içince biraz daha arttı. Öyle ya sabahıın altısında hiç tanımadığım insanlarla çay içiyordum. Çayda güzeldi bu arada.

Sabahın erken saatlerinde buralarda olmama başkaca anlamlar vermek için dönendiğim sırada. Börekçinin önündeki kuyruk imdadıma yetişti. Börek sırasına girmedim elbette. Sanki yiyecek bir midem bile yoktu. Yine de şansımı denedim. Güneşin ufki düzlemde yükselişi iyi gelebilirdi. Bekledim, güneş yükselirken benimle birlikte orada bekleşenler gibi. Bekledik. Kesinlikle güzeldi, oradakiler için güneşin yükselişine şahit olmak. Bir kabile ritüelinde fırlamış görüntülere benziyorduk artık. Fazla dayanamadım. Bu birlikte coşkunluk halinden kurtulmak için başka bir yöne doğru ilerlettim, günlük kullanım süresi dolmuş, bayatlamış bedenimi.

Sabah serindi İstanbul. Bu öngörüsel çıkarsamada bir süre sonra ötücü kuş sürüleride yerini aldı. Size yemin edebilirim, zıplayan balıklar gördüm. Birbiri ardı sıra keyifle çıkıyorlardı suyun yüzeyine. Eşofmanlarını nedense henüz almış olduklarını düşündüğüm çifte soracak olsaydınız aynı görüntüyü. Diyeceklerdi, "yaşam uyanıyor ve biz ne iyiyiz". Sanırım spor yapmak için çıkmışlardı. Terliydiler ama havlular vardı. Her türlü gereksinimlerini sıkıştırdıkları çantaları. İnsanoğlunun bu kadar panoramik olması dayanılır değildi. Uzaklaşma dürtüsüyle hareketlendim. Bu arada balıklar hala dalıp çıkmaya devam ediyorlardı. Son bir kez daha baktım. Yüzüme üzgülerden bir üzgü yerleşti. Esaret ve balıklar diye bir cümle kurdum bu üzgünün sonunda. İyi halt ettim.

Nihayet çınar ağacı dibine kurulmuş bir çay bahçesine ulaştım. Zaten boğazın daim her kesiminde bu ve bunun gibi çay bahçeleri donanmıştı. Çınar ağacı hakkında birşey düşünmem gerekmiyordu. Düşünmedimde zaten. Eğri büğrü gövdesinin yanından geçip bir iskemleye oturdum. Bütün bir bahçeyi görme merkezimin içine alacak şekilde. Henüz kimseler yoktu. Önce garsonlar geldi. O kadar iyi ve dinlenmiş görünüyorlardı ki, benim yüzümün nasıl göründüğü hakkında fikir yürütebileceklerini düşünmeden edemedim. Ben düşünürken hatta camda yansıyan görüntüme dikkat kesilip bakınırken, günün ilk çayını demleyip getirmiştiler bile. Bu kentin gerçek sahipleri uyanıyor diye söylendim kendi kendime. Herşey birdenbire hızlanmıştı.

Sonra şişkin göz altlarıyla kadınlar geldi, kocalar, babalar, çocuklar, yaşlılar, yaşsızlar.
Sonra güneş çınar ağacının dalları arasında iyice yükseldi. Sıcaklığını artırarak.
Sonra otomobiller geldi. Belediye otobüsleri, vapurlar.
Sonra. Sonra tecime edilmiş zamanlar.

Döndüğümde dış kapı hala açıktı.

3 Ağustos 2006 Perşembe

A Ton Etoile

sous la lumière en plein
et dans l'ombre en silence
si tu cherches un abri
inaccessible
dis toi qu'il n'est pas loin et qu'on y brille

a ton étoile

petite soeur de mes nuits
ça m'a manqué tout ça
quand tu sauvais la face
à bien d'autre que moi
sache que je n'oublie rien mais qu'on efface

a ton étoile

toujours à l'horizon
des soleils qui s'inclinent
comme on a pas le choix il nous reste le coeur
tu peux cracher même rire, et tu le dois

a ton étoile

a marcos
a la joie
a la beauté des rêves
a la mélancolie
a l'éspoir qui nous tient
a la santé du feu
et de la flamme
a ton étoile

(Noir Desir)


2 Ağustos 2006 Çarşamba

Pencere

"binlerce pencere var ama açtırma"

Şaşırıyorum. Nasıl olurda bir pencere, baktığından daha önemli olabilir. İçeriden birşey ifade etmeyen, dışarıya uzanan bir devinimdir oysa pencere. Düşünüyorumda bu tarihi evlerin pencereleri olmasa ya da başka bir şekilde söylenecek olursa bu kadar mübalağa yapılmasa hiç bir önemleri kalmayacak. Sadece güzellikte değil bu duruşta yerini alması gereken. Başkaca anlamları olmalı. Gece pencereden dışarı bakıyoruz. Yaz gecesi, sıcak. Açabileceğimiz kadar açıyoruz hepsini. Pencereden bakmak ne iyi. Gece ne güzel. Ne mi görüyoruz? Neyi görmek istiyorsak onu... Diyelimki bir kuş sürüsü geçiyor tepemizden Ya da bir kamyon yokuşu çıkıyor ağır aksak. Traktörler de olabilir; vagonlar, saman balyalarıyla. Hiç bişey yoksa peyzaj değişmektedir önümüzdeki fonda. Güneşin türlü oyunlarıyla. Ama... değil, hiçbiri değil. Sadece dışarı bakıyoruz pencereden. İçimizdeki bir boşluğa bakar gibi. Elbetteki türküler söylüyoruz. İçinden pencere geçmesi gerekmiyor ama biz yine de özen gösteriyoruz.
Evet şimdi resme bakalım. Sahi siz ne görüyorsunuz pencereden?

1 Ağustos 2006 Salı

Saat Kulesi



Bulunduğum odanın penceresinden, kendimi alıkoyamayıp her defasında, saat kulesine bakıyorum. Biraz daha tutunabilmek için sıkıştırılmış bu zaman aralığına. Bu küçük Osmanlı şehrinde kalakalmak için öylece, sebepsiz... Oysa gün ağarıyor. Her saat başı çalan ve çoğalan bir çan sesiyle. Biraz daha yaklaştığımızı hissediyorum, yolculuğun sonuna.