30 Kasım 2009 Pazartesi

Twilight, House of Night ve The Vampire Diaries



İtiraf ediyorum, koskoca kız oldum ama hâlâ, okuyucu kitlesi olarak liseli kızları hedef alan, bol vampirli, hafif mi hafif romanları okuyorum. Aslında 'hâlâ' doğru kelime değil, son yıllarda başladı bu takıntı; çünkü son yıllarda bu kitaplar sardı dünyayı. İlkokul 3'e giderken Angela Sommer-Bodenburg'un çocuk kitapları serisi Küçük Vampir'le birlikte vampirlerle tanıştığım andan beri bir vampir merakım var, ama benim zamanımda (!) vampir miti bu kadar ayağa düşmemişti, en fazla Anne Rice okuyup Lestat'ı, Louis'yi falan hayal ederdik :) Şimdiyse nereye elini atsan vampir, televizyonda vampir, sinemada vampir, edebiyatta vampir, işin garibi vampirler mutasyona uğradı, artık kana susamış tehlikeli ve gizemli yaratıklardan çok gün ışığında güle oynaya gezinen seksi erkek vampirler söz konusu, etraflarındaki zavallı ölümlü kızlar da onlara bakıp bakıp iç geçiriyor.

Bu yazıda üç farklı kitap serisini ele alıyorum, ki bunlardan birinin film, diğerinin dizi versiyonları yapıldı ki onlara da değiniyorum.




Twilight, House of Night ve The Vampire Diaries; hepsi de bol genç kızlı, bol kanlı, bol aşklı vampir "edebiyat"ı. Bu türle ilk tanışmam Twilight (Alacakaranlık) serisi ile oldu. Twilight çılgınlığı dünyayı bu kadar sarmadan önce, ve o rezil Türkçe çevirisine dayanamayarak orijinalinden okumuş, özellikle 1. ve 4. kitapları çok eğlenceli bulmuştum. Tabii ki son derece amatörce kaleme alınmış, boktan diyaloglar, bir türlü gerçekleşmeyen savaşlar ve acayip cheesy aşk halleriyle dolu dizide mutlaka her bölüme -3 sayfadan kısa olmamak kaydıyla- serpiştirilmiş Edward methiyeleri (...Edward'ın mermer gibi teni... Edward'ın hipnotize edici bakışları... Edward'ın kaslı ve kıllı seksi kolları... vs.) feci sinir bozucuydu. Tüm bunlara rağmen bu kitapları zevk alarak okuyabilmemin nedeni -çoğunluğun aksine Edward Cullen yerine- Meyer'ın yarattığı vampir dünyasıydı. İşin garibi, alıştığımız vampir mitini ters yüz ettiği için yazara kızıyordum da (hele hele vampirlerin güneş ışığına çıkamamalarının nedenini tenlerinin elmas gibi parlamasına bağlaması, gerçekten mi Stephenie Meyer, gerçekten mi?). Fakat hiç uyumayan, insanların arasına rahatça karışabilen, gün ışığı, haç, kutsal su ve sarmısak korkusu olmayan, yeryüzünde yazılmış tüm kitapları okumak, çekilmiş tüm filmleri izlemek ve yapılmış tüm müzikleri dinlemek için sonsuz zamanı olan, insanları öldürmek zorunda olmayan, harikulade iyi duyan, gören, koşan, elindeki zaman ve yeteneklerle olağanüstü bir virtüöz ya da tenis oyuncusu olma potansiyelini içinde taşıyan vampirlere özenmemek mümkün değildi. Meyer da ölümsüzlük saplantılı olan bana, gece uykuya dalmadan kurduğum hayaller için malzeme vermiş oldu. Twilight'tan aldığım buydu. Twilight kitaplarını yerden yere vurarak eleştirenlere hiçbir şey diyemiyorum, boynu bükük dinliyorum, utanmasam laf arasında 2-3 cümleyle değil, neredeyse ona ayrı bir yazı döşenerek yuhalayacağım ama utanıyorum çünkü ikiyüzlülük olacakmış gibi geliyor, çünkü çocuk kitapları standartlarında ele alındığında bile olağanüstü bir iktidarsızlık gösteren bu kitapları çok eğlenerek okudum ben. Guilty pleasure dedikleri bu olsa gerek.



Twilight'ın sinema uyarlaması ise rezalet. Re-za-let. Bu kadar sığ başka bir roman uyarlaması görmedim sanırım (belki The Time Traweler's Wife?) New Moon'u izlemedim, hiç mi hiç niyetim yok izlemeye, ilk film yetti de arttı bana. Filmin tek artısı Robert Pattinson. O da güçlü oyunculuğuyla falan değil, tipiyle. Nitekim Robert Pattinson'ı kutlamak gerek, bu filmde bir değil, tam iki rol birden üstleniyor: Edward Cullen ve Edward Cullen'ın saçı. Bu saç bazen ekranı kaplıyor, bazen Edward'ın boyunu 5 santim uzatıyor. Ama mühim değil, çünkü Pattinson ağzını açıp da konuşmaya başladığında ekranda dikkatinizi dağıtacak bir şeyin olması -bu saç da olsa- iyi oluyor (özellikle Edward'ın Bella'yı ilk gördüğü anda yüzünde belirmesi gereken şehvet ifadesi yerine bir mide bulantısı ve tiksinti görmek beni henüz çocuk yaşta olan Pattinson'ı değil, yönetmen Hardwicke'i suçlamaya itti).

Pattinson'ın hakkını teslim etmek gerek, çocuğun tipi tam kafamda canlandırdığım Edward Cullen; konuşmadığı sürece (ve gömleğinden fışkıran kıllarını görmezden gelebilirsem) dakikalarca izleyebilirim o yüzü. Gerçi New Moon'un fragmanında o makyaj olduğu inanılmaz belli olan baklava kaslar biraz tırstırdı beni, üstelik ilk filmde de aralardan kendi göz rengi olan kahverenginin çıkmasına engel olamayan sarı vampir lensleri ve yakın plan çekimlerde kıllarını kapayamadığını gayet iyi gördüğümüz ve vücudunun bazı bölümlerine sürülmesi unutulmuş, bazı bölümlerinde de feci sırıtan fondöteni de (ya da belki tebeşir tozu?) aynı derece abesti. Bütçeleri düşükmüş herhalde, paraları yetmemiş, canlarım. Bütçe demişken, görsel efektlerin komikliğine ne demeli? Zaten dövüş sahneleri az, bir de üstüne üstlük berbat, bari uçan vampirlerin tavandan sallanan ipleri görünmeseymiş. Filmin aksiyon sahneleri o kadar amatör ki, 80'lerde Türkiye'de çekilmiş 3. sınıf bir aksiyon filmi izlediğinizi zannedebilirsiniz. Ama bir dakika, Pattinson'ın yakışıklı olduğunu anlatıyordum. Evet, filmin tek artısı da bu galiba. Bir de müzikleri. İlginç bir şekilde S. Meyer'ın bu kitapları yazarken dinlediği, ilham aldığı müziklerden oluşturulmuş soundtrack. İyiymiş hatunun müzik zevki, ne diyeyim.


Twilight'ta Isabella Swan karakterinde gördüğümüz Kristin Stewart, bu filmdeki oyunculuğuyla ustalara oyunculuk dersi veriyor.

Bella'yı canlandıran Kristin Stewart'ın o bir an bile yerinde durmayan kaşları, sürekli birbirine vuran göz kapakları, herkesten nefret eder bakışları, uğruna öleceği büyük aşkı kendisine ilan-ı aşk ederken bile somurtması ne oluyor? Pattinson bile bu kızın yanında yetenekli kalıyor... Sürekli gözlerini kırpıştırınca, ağzını hiçbir surette kapamayınca ve iki lafı bir araya getiremeyip kekeleyince iyi rol kesiyor mu oluyorsun kızcağızım? Hele sonlardaki hastane sahnesinde, Edward Bella için en iyisinin onu bırakması olduğunu ima ettiğindeki tepkisi... Abartısız 45 saniye boyunca "Wh? Wha.. I... I! I.. What are you... What... Waa... But! But... A.. Oh..." şeklinde kekelemesi, o sırada bir yukarı bir aşağı inen kaşları, saniyede 7 kez birbirine vuran göz kapakları ve o somurtuk idiyotik bakış ve duruş... Seyircinin gülme krizine girdiği -ya da azıcık aklı varsa girmesi gerektiği- sahne işte o.

Stewart, aslında hiç de fena olmayan -yani Edward'a olan koşulsuz aşkı ve aşırı vicdanından başka bir kusuru olmayan, ama zaten başka bir özelliği de yok sanki Bella'nın, aman neyse- bir karakteri alıp piç ediyor bu filmde, kelimenin tam anlamıyla piç, bir de kalın yazalım: piç. Twilight'ın kitabını okumayıp da salt filmini izleyenler için Bella bir embesil. Bir sürü sıfat bulup arka arkaya dizmek isterdim ama üşendim, embesil sözcüğü her şeyi anlatıyor işte.


Kristin Stewart'ın ağzı film boyunca tek bir sahnede kapanıyor, onda da sağ üstte gördüğümüz gibi oldukça garip bir hal alıyor.

Senaryo yok ayrıca Twilight'ta. Gerçekten yok. Vampir filmi falan olmaya çalışmıyor film, aşk filmi olma derdinde. İşin kötüsü pek bir aşk da göremedim ben. Edward ve Bella'nın yakınlaşıp aşık oldukları süreç filmde.. ee... süreç olmaktan çıkıyor. Sahne 1: Edward ve Bella tanışır. Sahne 2: Bir bakarız Erdward ile Bella birbirine deli gibi aşık oluvermiştir. Meyer'ın en iyi (belki de tek iyi) yaptığı şey karakterizasyonken, onun karakterlerini ve gelişimlerini alıp böylesine ezmek de başlı başına bir yetenek olsa gerek. Geriye ne kalıyor ki? Mühim olan tek şey okula yeni gelen bu iddiasız kızın, okulun ulaşılmaz, gizemli yakışıklısıyla elele okula doğru yürümesi, o sırada çalan gaz müziğin de etkisiyle seyircinin yüzünde aptalca bir hülyalı ifadenin oluşmasıdır. Bütün lisenin önünde! Bella'ya hayranlık ve haset karışımı bakışlarla bakan liseli gençlerden daha önemli ne olabilir ki?!

Sonuç olarak filmin senaryosu berbat, görsel efektleri berbat, oyuncuları berbat... Ama filmin yönetmeni gayet eli yüzü düzgün bir film olan Thirteen'in yönetmeni: Catherine Hardwicke. Demek tek filme aldanmamalı, yönetmenin bir filminin iyi olması bir diğerinin boktanlıkta sınır tanımayacağı anlamına gelmiyor. Twilight'ta her şey öyle sıradan, öyle basit, öyle spastikçe, öyle klişe ki, bu filmi sinemaya gidip izliyorsanız iki seçeneğiniz var. 1- Salondan çıkmak, 2- Filme komedi muamelesi yapıp eğlenmek. Ben kitapları bilmeyen bir arkadaşımla gitmiştim ve film boyunca kahkahadan kırılmıştık.

Ayrıca sinema ve TV dünyasından birbirinden seksi vampirler gelip geçmişken uyduruk Edward Cullen'a bu kadar takılıp kalmak niyedir, anlamış değilim. İlk anda akla gelenler: Buffy ve Angel dizilerinden Spike (James Marsters) ve Angel (David Boreanaz), Dracula'dan Dracula (Gary Oldman), Interview with the Vampire'dan Lestat (Tom Cruise) ve Armand (Antonio Banderas), Tale of a Vampire'dan Alex (Julian Sands), The Lost Boys'dan David (Kiefer Sutherland) ve de bu listeye son zamanlarda giren The Vampire Diaries'den Damon Salvatore (Ian Somerhalder).

İnceleyeceğim ikinci vampir kitap serisi olan House of Night (Gece Evi), tamamen farklı. Anne-kız P.C. Cast ve Kristin Cast tarafından yazılmış olan House of Night daha çok, ortaokul ögrencilerinin Yaramaz Kızlar okuyup özenmesine benziyor. Lise çağında bir kız olsaydım, bu kitaplardan çok daha büyük keyif alırdım -nitekim sadece liseli kızların uğrunda ayılıp bayılacağı bir seri bu. İnsanların alıştığımız şekilde (kanlarının emilmesi+vampirin kanını emmeleri) vampir olmadığı, belli bir yaşa gelince Vampir Tanrıçası Nyx tarafından seçilip işaretlenerek, kendi kendilerine (bir hastalığın farklı evrelerinden geçer gibi) vampire dönüştüğü bir evren. Dünya, günümüz dünyasından farklı olarak, vampirleri biliyor ve -isteksizce de olsa- kabulleniyor. İnsanlarla karşılaştırıldığında vampirlerin nüfusu gene de çok az. 50 insandan belki biri (biraz attım) işaretleniyor değişim için. Üstelik her işaretlenen kazasız belasız vampire dönüşecek diye bir kural da yok; bu değişim sürecinin herhangi bir anında (ki birkaç yıl sürüyor değişimin tamamlanması) söz konusu çaylak -henüz vampire dönüşmemiş ama vampir olmak üzere işaretlenmiş insanlara çaylak deniyor- aniden kulaklarından, ağzından, burnundan ve gözlerinden kanın boca etmesiyle ölebiliyor, vücudu değişimi kaldıramamış anlamına geliyor bu. Bir çaylak ilk işaretlendiğinde (yani alnında içi boş motifli dövmeler oluştuğunda) pılını pırtını toplayıp neredeyse her şehirde bulunan House of Night okullarından birine gidiyor, çünkü bir çaylak, ölmek istemiyorsa, değişimini tamamlayana kadar yetişkin vampirlerin yakınında bulunmak zorunda (kabul edelim ki burası biraz saçma).



Şimdi, niçin bu serinin 15-17 yaş aralığındaki kızlara hitap ettiğine bir bakalım: Yatılı bir okul (güzel). Bu okulda geometri ve coğrafya gibi sıkıcı dersler değil, dövüş sanatları ve tiyatro gibi eğlenceli dersler veriliyor (güzeel). Bu okula gençler not alıp sınıf geçmeye değil, vampir olmaya geliyor ki bu da hikayenin ihtiyacı olan karanlık ve fantastik unsurları işin içine katıyor (pek güzel). Kitabın kahramanı, okuyanın kendisini kolaylıkla özdeşleştirebileceği, ne çok güzel, ne çok çarpıcı, ne de çok zeki, ama (dikkat!) çok 'farklı' olan bir hanım kızımız: Zoey (ne güzel). Ve onun çevresinde dört dönen birbirinden yakışıklı, seksi, popüler, şu bu erkekler (ki içlerinde şair bir öğretmen bile var ki, ne diyoruz? evet, aman ne güzel!).

Sonuç olarak, 8-9 yıl önce yazılmış (ve elime geçmiş) olsa beni çok mutlu etmiş olacak bir dizi bu. İlk 2 kitap beni bir sarmış, pir sarmış, 2-3 gün elimde onlarla gezmişim, hâlimi gören Umut'un bile canı çekmiş, bu 'kız kitabı'nı almış, kasmış kendini ve 2 kitabı bitirmiş. Ben de bu arada 3 ve 4 no'lu kitapları okumuşum (o sırada çevirisi olmadığı için üşenmemiş İngilizcelerini bulmuşum) fakat "yeter" diyip bırakmamız Umut'la aynı zamana denk gelmiş. Şu an 5. kitap (ki bir de 6.sı çıkmak üzereymiş) mahzun mahzun duruyor, bir gün okunacak elbet ama yakın bir gün değil o gün. Yazar(lar) o kadar başarılı ki incir çekirdeğini doldurmayacak konularda sayfaları doldurmakta, başlarda hoş gelen bu özellik bu kitaplarla birkaç gün geçirdikten sonra işkence olmaya başlıyor, bir bakmışsınız okuduğunuz son 50 sayfada Zoey'nin duş alıp yemeğe gitmeye hazırlanmasından başka bir şey yok; suyun basıncı ve sıcaklığı, yemek için seçilen kıyafetlerin rengi ve dokusu, saç kurutma makinesinin markası ve yarattığı harikalar anlatılmış sadece. Üstelik ben Harry Potter gibi her kitap 1 seneyi anlatıyor sanmıştım, çok yanılmışım: Bir kitapta taş çatlasa 5 gün geçiyor, şaka gibi. Anladık, Cherokee dilinde Uwetsiageya dilimizde 'kızım' anlamına geliyor ve bu sözcüğü anneannenden her duyduğunda yüreğin sımsıcak oluyor Zoey Kızılkuş, ama ne gerek var bunu her bölümde tekrar etmeye? Basit bir kahve içme eylemini 3 sayfada anlatmaya ne gerek var peki, arkası yarının kitap versiyonu mu bu?..



Sonuç: Hoş ama boş bir dizi bu. 2. kitabın sonunda ortaya çıkacak olan büyük 'revelation'ı siz zaten ilk kitabın ortalarında tahmin etmiş oluyorsunuz. Romanın dilinin zaman zaman okullu bir kızın günlüğündekine benzemesi de canınızı sıkıyor. Pek çok yerde size çocukça hatta aptalca gelecek gözlemler, benzetmeler, diyaloglar, kararlar (çüş) var. Ama hoş, heyecanlı bir dünya Zoey'nin dünyası, bağımlılık yapıyor. İyi kafa dağıttırıyor. Seksi vampirler de cabası.

Sıra şu ara pek bir moda olmuş The Vampire Diaries'de (Vampir Günlükleri). Bu seri için "Twilight taklidi bu, oğlan vampir, kız ölümlü, birbirlerine aşık oluyorlar" gibi ileri geri laflar duymaktayım orada burada, en başından belirteyim ki The Vampire Diaries ile Twilight kitapları 15 küsur yıl arayla yazılmış, fakat ilk yazılan Twilight değil. Yani ortada ille de bir apartma durumu varsa, Stephenie Meyer L.J. Smith'den ilham almış demektir. Tabii bu sadece bir teori :)



Bu kitap serisinin birincisi 18 yıl önce yazılmış, ama kitapların TV dizisine dönüştürülmesi bu sene oldu, dolayısıyla kitapların ulaşabildiğinden çok daha geniş bir kesime ulaştı. Konu, Twilight'la sadece yüzeysel bir benzerlik gösteriyor aslında. Evet asıl çocuğa deli gibi aşık ölümlü bir kız (Elena) ve iyi yürekli, tıpkı Edward gibi insan kanı içmeyen, her zaman güvenilir vampir bir oğlan (Stefan), bir de bunların aşkı çevresinde dönüyor olay. Ama bir vampir oğlan daha var ki çok daha ilginç Stefan'dan: Stefan'ın abisi, karizmatik, gizemli, kötü çocuk Damon. Elena da hafiften ikisi arasında kalır gibi oluyor (ama hafiften). Üstelik asıl oğlanın asıl kıza aşık olma nedeni, Twilight'takinden (hatırlayalım, neydi? evet, Bella'nın kokusu Edward'a çok çekici geliyordu; kızın kanını içmek istiyordu, bir de herkesin düşüncelerini duyabildiği halde Bella'nınkileri duyamıyordu. Aşık olmak için birbirinden geçerli iki neden) çok daha az absürd: Zamanında deli gibi sevdiği Stephanie -spoiler vermemek için çok uğraşıyorum :)- Elena'nın ikizi gibi. Ama sadece görünüş olarak. Öncelikle birkaç yüzyıl fark var aralarında. Üstelik... Ehem, neyse. Spoiler yok.

The Vampire Diaries'in edebi dili diğer iki seriyle çok benzeşiyor: Yok. Çerezlik kitap diye tanımladığımız, ne yetişkin ne çocuk edebiyatına girdiği için, yayınevlerinin 'Young Adult' (yani genç yetişkin) serileri altında satılan kitaplar. The Vampire Diaries'deki vampirler, bilip sevdiğimiz vampirlere Twilight ve House of Night'takilerden çok daha fazla benziyorlar, ama bir nokta var ki, Meyer'ın tenleri güneşte elmas gibi parlayan vampirlerinden bile daha çok sinirimi bozuyor: Sihirli yüzük. Smith'in vampirleri, özel bir yüzük sayesinde güneşin altında ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşabiliyorlar. Biliyorum, bunun nedeni serinin bir lisede geçmesinin gerekliliği (gerek çünkü hedef yine genç kızlar, o zaman ortam neresi olsun? tabii ki lise olsun!), güneş ışığı tenlerine temas ettiğinde vücutları alev alıyor olsa, vampirciklerin liseye gidip kendilerini insan olarak yutturabilmeleri pek mümkün olmazdı. Yine de kolaya kaçma yöntemi gibi geliyor bana gün ışığından etkilenmeyen vampirler yaratmak.

Kitapta en çok hoşuma giden şey, ana karakterin alışageldiğimiz ezik büzük, vicdanlı, iyilik tanrıçası, popülerlikle uzaktan yakından alakası olmayan, iç dünyası zengin, derin mi derin, eli yüzü düzgün ama kesinlikle çarpıcı olmayan kızdan çok farklı olması: The Vampire Diaries'in Elena'sı sarışın, incecik, okulun kraliçesi, üstelik son derece şımarık ve kitabın başlarında oldukça yüzeysel bir kız. Kitaptaki Elena bana ne kadar hoş geldiyse, TV dizisindeki Elena da o kadar itici geldi. Bu vesileyle The Vampire Diaries'in dizisine yumuşak bir geçiş yapıyoruz: Dizi ilk sezonunda, ben bu yazıyı yazarken 10 bölüm yayınlandı ve ara verdi, 1-2 ay sonra devam edecek.

Hemen dizinin Elena'sını anlatmalı: Ezik büzük, vicdanlı, iyilik tanrıçası, popülerlikle uzaktan yakından alakası olmayan, iç dünyası zengin, derin mi derin, eli yüzü düzgün ama kesinlikle çarpıcı olmayan bir kız buradaki Elena. Bu satırlar tanıdık mı geldi? Bir üstteki paragrafa bakın, Bella'yı ve türevlerini tanımlamak için aynı sıfatları kullanmışım, hayret. Esmer ve fare gibi bir kız bu üstelik. Hayır dizide bu kızın en yakın arkadaşı taş gibi bir melezken, teyzesi bu fareden çok daha seksiyken kim neden bu kızcağıza baksın ki, mantıklı olmuş kızı popüler yapmamaları. Ama neden, neden her zaman başroldeki kız böyle bir iyilik meleği yapılır, eğlenmeyi bilmeyen, tutucu, inatçı, herkesi yargılayan, sıkıcı bir karakter yaratılır? Neden? Böyle tiplerle mi özdeşleştiriyor kendini seyirci, gerçekten mi? Azıcık sadık kalın kitaba, yapın şöyle taş gibi sarışın, soğuk, popüler, ukala bir hatun, çıkmayacak mı hiç kendiyle özdeşleştiren, görelim.



Elena böyle. Ama bir Stefan var ki, Elena onun yanında güzellik kraliçesi gibi kalıyor. The Vampire Diaries'in güvenilir, çekici, taş vampiri Stefan'ı, dizide bir 'Edward Cullen wannabe' canlandırıyor. Bakışlar, mimikler, yatık durmayan o saç, gözler, kaşlar, her bok aynı. Aynı aynı olmasına da, Pattinson'ın 17 gömlek altı. Oynayan adamın adına bakmaya bile üşendim şimdi, ama eminim biyografisini bulsam 30 yaşında olduğunu öğrenirim, bir de bu sorun var tabii: Amerikan gençlik dizilerinde çocuklu adamların halka 'teenager' diye yutturulması. Evet Stefan bir vampir ve bilmem kaç yüz yaşında ama 17 yaşındayken ölmüş, 17 yaşında görünmesi gerekiyor. Neden abi, neden deli bir bütçe ayırdığınız dizinin oyuncu seçimlerini bu kadar kötü yaparsınız?

Ki bu da beni dizinin en önemli silahına getiriyor. The Vampire Diaries'de tek bir oyuncu var ki, diğer tüm tipsizleri unutturuyor; hatta dizinin basbayağı onlarca örneği olan bir Amerikan gençlik dizisine dönüşmekte olduğu gerçeğini, tek farkının arada sırada görünen sivri dişler olmaya başladğını, eğer diziyi takip etmek istiyorsa, hiç ilgilenmediği halde Elena'nın (kitapta küçük bir kız olan) 16 yaşındaki erkek kardeşinin aşk hayatını da izlemek zorunda olduğunu idrak etmeye başlayan sabırsız seyirci, sadece bu faktör sayesinde bu diziye tahammül edebiliyor: Ian Somerhalder. Lost'un Boone'u olarak bildiğimiz bu bebe, hem çok başarılı bir oyunculuk, hem de şahane bir tiple dizinin başrollerinden birini, Stefan'ın kardeşi kötü çocuk Damon'u canlandırıyor.

Twilight'ın filmini izlemeyin, kitabını da okumayın mümkünse, ama ille de birini yapacaksınız, açık ara kitapları önde. The Vampire Diaries'i ise ne okumaya ne izlemeye gerek var, belirttiğim gibi sadece Ian Somerhalder dizisini takip etme nedeniniz olabilir, ama fikrimi sorarsanız baştan hiç bulaşmayın. House of Night'ın dizi ya da film uyarlaması yok, ama bu üçü arasında benim favorim o. Ki o da bir süre sonra bayıyor, ama arka arkaya okumak yerine kitapların arasına birer ay koyarsanız keyifli vakit geçirmiş olursunuz; House of Night Twilight ve The Vampire Diaries ile karşılaştırıldığında çok daha mülayim, hafif, kendini ciddiye almayan ve eğlenceli bir seri, asıl derdi vampirler üstelik, inanılır olmayan ucuz bir aşk hikayesi değil. Şayet gençlerimizin büyük kısmı (maalesef ben de dahilim bu gruba) gibi bir vampir zaafınız yoksa hepsinden uzak durmak en iyisi.

Son olarak, biliyorum ki burada eksik kalmış, dillerden düşmeyen bir vampir dizisi var: True Blood. Her yerden duyuyorum ve merak da ediyorum ama aldığım duyumlara göre güneyli aksanıyla konuşuyormuş vampirinden insanına bütün oyuncu kadrosu, ben de o aksana tahammül edemiyorum... Diziyi ilk bölümünden harcamak yerine hiç bulaşmamayı tercih ediyorum :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder