19 Kasım 2009 Perşembe

Supernatural

Bizim memlekette doğa üstü şeylere inanılmaz bir ilgi vardır, bilirsiniz orada burada yatırlı, türbeli, cinli, hayaletli, beyaz sakallı dedeli garip hikayeler dolaşır. Son zamanlarda bu ilgiyi beyaz perdeye de taşıyan yönetmenler çıktı ama o kadar fazla dandik örnek çıktı ki takip etmekten vazgeçtim.

Buna karşılık, işimize gelince aşağılamasını çok iyi biliriz ama Amerikalıların iyi yaptığı şeylerden biri kuşkusuz farklı kültürlere ait mitleri ve hikayeleri sos olarak kullanarak, herkese hitap eden şeyler yapma becerisi. (Biliyorum bu görüşü duyar duymaz reddedecek olan bir sürü insan vardır ama çok da umrumdaydı)

Robert McKee diye bir amca var, (ki kendisi senaryo üzerine kafa patlatmış, alanında ünlü bir kardeşimiz), bu amca diyor ki: Öykü stereotiplerle ilgili değil arketiplerle ilgilidir. Arketipik öykü, evrensel bir insanlık deneyimini ortaya çıkarır, sonra da kendisini benzeri olmayan, kültüre özgü bir ifadenin içine saklar. Stereotipik öykü bu modeli tersine çevirir: Hem biçim hem de içerik yoksunluğunun cezasını çeker. Kendisini dar, kültüre özgü bir deneyimle sınırlar ve eski, kendine özgü olmayan genellemelerle süsler.

Herkes katılmak zorunda değil tabii ama ben bu tespiti pek doğru bulmuştum ilk okuduğumda. Görünürde hikaye neyle ilgili olursa olsun ve karakterler hangi kültüre ait olursa olsun, onların duygularıyla ve yaşadıklarıyla ne kadar bağlantı kurabilirsem o kadar ilgileniyor olduğumu farketmek için kahin olmam gerekmiyordu. (Bunun olabilmesi için de, yukarıdaki alıntıya uygun olarak, karakterlerin anlamadığım bir kültüre ait motivasyonlarla değil bana da hitap edecek evrensellikte, her insanda olan motivasyonlar ve duygularla hareket etmeleri gerekiyordu. Kültür sadece altyapıdaki temel hikayeyi ilginç kılacak ve benzerlerinden farklılaştıracak olan bir üst katmandı.)

Yukarıda bahsettiğim yaklaşıma uygun giden başarılı bir dizi Supernatural. Görünürdeki konusu “doğaüstü” şeylerle ilgili olan dizi, esasında merkezinde onları avlamaya kendini adamış olan iki erkek kardeşin hikayesini anlatıyor. İkisinin babalarıyla olan ilişkileri, karakter farklılıkları, birbirlerine olan bağlılıklarıyla paralel olarak gelişen çatışmaları ve sezonlar ilerledikçe iyi ve kötü kavramlarına getirdikleri yorumların derinleşmesi diziyi izlenebilir kılan şeylerden.


– Spoiler – (5. sezon 9. bölüme kadar gelmeyenler okumasın)

Supernatural’a heyecanla başlamıştım, efektler süper gözüküyordu, atmosfer çok güzel yakalanmıştı, karakterler eğlenceli gibiydi. Ama açıkcası, ilk sezonu Çavlan’la izlemeye başladığımızda çoğu bölümün sonunu getiremeden uyuyakaldık. Evet, ciddi ciddi uyumaktan bahsediyorum, sıkılmak bunalmak falan değil. Bir ara aramızda kafa bulmaya başladık, uykumuz gelmeyince Supernatural’ın başına geçiyorduk (ve itiraf edeyim her seferinde işe yarıyordu, inanılmaz güzel huzurlu bir uyku düşünün, işte o “Supernatural” uykusu).

“Diziyi o kadar övdün başta, şimdi yerin dibine batırdın, bağlayacağın nokta bu muydu” diyeceksiniz. Doğrudur, ama zaten bağlayacağım nokta bu değildi. Ben de anlamadım; nasıl oldu da ilk sezonunda çoğu bölümün stand-alone olduğu ve sadece kardeşlerin farklı yaratıklar avlamasıyla ve birbirlerine maçoluk taslamasıyla geçtiği, ana hikayenin çok az hissedildiği bir dizi, ikinci sezon ve sonrasında bu derece coştu ve toparlandı. Nasıl ha nasıl? Heheh, dur heyecanlandım bi.

En iyisi lafı daha fazla dolandırmadan diziye dair en sevdiğim ve çok da sevmediğim şeyleri sıralayayım.

PEK SEVDİĞİM ŞEYLER

Supernatural hadiselerin ta kendisi: Dediğim gibi efektler gayet başarılı. Yaratıklar, demonlar falan fantastik. Ele geçirdiği insanın gözlerinin akını çekerek kendini belli eden demonların farklı göz renkleri falan var, genel çoğunluk siyah, Azazel sarı, Crossroads Demon kırmızı, Alastair beyaz, Lilith de beyaz, bu detaylar pek hoş.. Demonlar dışında, özellikle normal gözüküp sadece aynada çarpık gözüken şeylerin hastasıyım.

Angel konseptinin işin içine girmesi: İşin içine dinle ilgili konseptler girince sıradan seyirciyi elde etmek için saçmalayan yapımlar çok oluyor, hani bir şekilde olay örgüsünü bozup olayı tek taraflı propagandaya çevirme şeklinde. Fakat Supernatural’a giren angels vs. demons konsepti epey bir sezonu kurtarmakla kalmadı, sunduğu konseptlerle ne tanrıya inanan birini ne de inanmayan birini rahatsız edecek düzeye gelmeden, hem olayın fantastik boyutunda kalmayı başararak, hem de iyiyle kötüye dair karakterlerin içine düştüğü ikilemleri de işlemeye devam ederek ilgi çekici olmayı becerdi (yuh, cümle biraz uzun mu oldu ne?). Bu da hoşuma gidiyor, ne diyeyim. Yani belli bölümlerde ortaya çıkan farklı kültürlerin mitlerinden ayrı olarak, son sezonlarda önümüzdeki şey direkt hristiyan miti tabii, ama buna da taraflı olmak denemez pek. Adamların müslüman pazarında salyangoz satacak halleri yoktu herhalde, ana hikayede bu mitin “sos” olarak kullanılması gayet doğal.

Jensen Ackles’ın oyunculuğu (Dean): Bu herif komik yahu. Aynı zamanda süper oynuyor, başka lafa gerek yok.






Misha Collins’in oyunculuğu (Castiel): Bu eleman da süper. Manga’dan çıkmışçasına dikilmiş saçlarla dolaşma isteği yaratıyor bünyede. Çavlan da hastası zaten, kıskanıyorum inceden.






Bobby karakteri: Dizilerde genelde olan sıkıcı yan karakterden farklı olarak, ilginç tipiyle ve tipine hiç uymayan “konu hakkında bilgili ve danışılacak olan adam” profiliyle sevdiğimiz bir karakter Bobby.







Hell konsepti: Gerek demonları kıpırdamalarına izin vermeden hapsetmeye yarayan semboller, gerek onları Hell’e göndermeye yarayan exorcism biçimleri, gerek hellhound’lar, gerek Dean’in buraya olan yolculuğu. Güzel şeyler bunlar. Devam.


Bölüm başı jenerikleri: Her sezon o sezonun temasına uygun süper sade ve güzel şeyler yapıyorlar. Seviyoruz ailecek.





Dean’ın arabası ve müzikleri: Erkek olmama rağmen hayatta anlamadığım şeylerden biri de arabalar. Ama Dean’in arabasının hastasıyız. Müzikler de doğru seçim.






Jared Padalecki’nin (Sam) Blooperlardaki hal ve ruhiyeti: Pek bir eğlenceliymiş bu adam gerçek hayatta. Paso bir şirinlik falan.







Yaratıcı bölümler: Eski korku filmlerine atıf yapılan siyah beyaz bölüm olsun, ghostfacers bölümleri olsun, Dean'in geleceğe (ve de geçmişe) gittiği bölüm olsun, Sam’in sürekli aynı günü yaşamak zorunda kaldığı bölüm olsun, Dean’in kendini annesinin ölmediği alternatif bir gerçeklikte bulduğu bölüm olsun, kardeşlerin TV dizilerinin içine hapsoldukları bölümü olsun, senaristlerin yeni şeyler denemeleri, bunları yaparken bazen de kendileriyle dalga geçmeleri yakışıyor bu diziye.

AZ SEVDİĞİM ŞEYLER

Jared Padalecki’nin oyunculuğu (Sam): Abi o ağız ne, o kaşlar ne? Neden yapıyon o eğreti mimikleri, o nasıl bir 'overacting'? Türk annesi olsaydı yanında “tikin mi var yavrum, neden öyle şeyler yapıyosun?” derdi, hemen doktora götürürdü. Kültür farkı. Anne sevgisiz yetişmiş bence Sam’i oynayan çocuk. Abartmayayım neyse, Sam okur şimdi burayı, üzülür falan.. Neyse, şımardım iyice. Seviyorum esasında, rolüne gayet yakışıyor bu çocuk. Ama yani o kadar abartmasa aralarda iyi olacak. Son sezonlarda daha iyi zaten. Çalışmaya devam (iyice havaya girdim hehe).

Jared Padalecki’nin (Sam) Blooperlardaki hal ve ruhiyeti: Yaa neden gaz çıkarırsın birader ikide bir? Yazık set arkadaşlarına. Kamera arkası görüntülerün yarısında arabanın içinde Sam’in gazından dolayı oynayamayan Dean’i görüyoruz. Yazık günah.





Sam’in favorilerinin son sezonlardaki değişimi: Diyorum bu çocuğun sevgiye ihtiyacı var. Yakışmıyor abi o favori. Sen abinin küçük kardeşi imajıyla iyiydin zaten, saçlar falan dökülürdü alnına. Hiçbiri kalmadı, gitti hepsi.








Bu yazıyı da daha fazla şımarmadan ani bir şekilde kesmek isterim. Çot diye. Böylece. Böylesine.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder