6 Ağustos 2006 Pazar

Sabaha Kalmak

Dış kapı açıktı.

Mantıklı bir insanın açık bir kapıyla yapılabileceği şeyler sınırlıdır. Kişi gider, usulüne uygun bir şekilde kapatır kapıyı. Ben ne yaptım dersiniz.

Oysa daha başlangıçta benim için hayli zor görünüyordu. Kapıdan süzülen ışığı takip etmek. Neredeyse sabah olacakken, bulmak kendimi kentin ıssız caddelerinde.

Yıllardır sabahlara kadar kalmışlığım yoktu. Geceyi tüketip diğer güne vurmuşluğum.
Tam anlamıyla vurdum hani. Kendimi boğazda balık tutanların arasında buldum. Sabahın bu saatinde bu kadar insanın buralara tünemiş olmasına şaşırarak. Şaşkınlığım onlarla beraber çay içince biraz daha arttı. Öyle ya sabahıın altısında hiç tanımadığım insanlarla çay içiyordum. Çayda güzeldi bu arada.

Sabahın erken saatlerinde buralarda olmama başkaca anlamlar vermek için dönendiğim sırada. Börekçinin önündeki kuyruk imdadıma yetişti. Börek sırasına girmedim elbette. Sanki yiyecek bir midem bile yoktu. Yine de şansımı denedim. Güneşin ufki düzlemde yükselişi iyi gelebilirdi. Bekledim, güneş yükselirken benimle birlikte orada bekleşenler gibi. Bekledik. Kesinlikle güzeldi, oradakiler için güneşin yükselişine şahit olmak. Bir kabile ritüelinde fırlamış görüntülere benziyorduk artık. Fazla dayanamadım. Bu birlikte coşkunluk halinden kurtulmak için başka bir yöne doğru ilerlettim, günlük kullanım süresi dolmuş, bayatlamış bedenimi.

Sabah serindi İstanbul. Bu öngörüsel çıkarsamada bir süre sonra ötücü kuş sürüleride yerini aldı. Size yemin edebilirim, zıplayan balıklar gördüm. Birbiri ardı sıra keyifle çıkıyorlardı suyun yüzeyine. Eşofmanlarını nedense henüz almış olduklarını düşündüğüm çifte soracak olsaydınız aynı görüntüyü. Diyeceklerdi, "yaşam uyanıyor ve biz ne iyiyiz". Sanırım spor yapmak için çıkmışlardı. Terliydiler ama havlular vardı. Her türlü gereksinimlerini sıkıştırdıkları çantaları. İnsanoğlunun bu kadar panoramik olması dayanılır değildi. Uzaklaşma dürtüsüyle hareketlendim. Bu arada balıklar hala dalıp çıkmaya devam ediyorlardı. Son bir kez daha baktım. Yüzüme üzgülerden bir üzgü yerleşti. Esaret ve balıklar diye bir cümle kurdum bu üzgünün sonunda. İyi halt ettim.

Nihayet çınar ağacı dibine kurulmuş bir çay bahçesine ulaştım. Zaten boğazın daim her kesiminde bu ve bunun gibi çay bahçeleri donanmıştı. Çınar ağacı hakkında birşey düşünmem gerekmiyordu. Düşünmedimde zaten. Eğri büğrü gövdesinin yanından geçip bir iskemleye oturdum. Bütün bir bahçeyi görme merkezimin içine alacak şekilde. Henüz kimseler yoktu. Önce garsonlar geldi. O kadar iyi ve dinlenmiş görünüyorlardı ki, benim yüzümün nasıl göründüğü hakkında fikir yürütebileceklerini düşünmeden edemedim. Ben düşünürken hatta camda yansıyan görüntüme dikkat kesilip bakınırken, günün ilk çayını demleyip getirmiştiler bile. Bu kentin gerçek sahipleri uyanıyor diye söylendim kendi kendime. Herşey birdenbire hızlanmıştı.

Sonra şişkin göz altlarıyla kadınlar geldi, kocalar, babalar, çocuklar, yaşlılar, yaşsızlar.
Sonra güneş çınar ağacının dalları arasında iyice yükseldi. Sıcaklığını artırarak.
Sonra otomobiller geldi. Belediye otobüsleri, vapurlar.
Sonra. Sonra tecime edilmiş zamanlar.

Döndüğümde dış kapı hala açıktı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder