22 Ekim 2008 Çarşamba

MASUMİYET MÜZESİ

Sabırsızlıkla, heyecanla, merakla beklediğim kitabıma sonunda kavuştum ve yedim bitirdim, yuttum. Beni tanıyanlar bilirler “son çıkanlar”ı okumayı sevmediğimi. Ama “benim” yazarlarımda bu kural delinir. Ve mutlaka o kitabın ilk baskısının elimde olması için çaba harcarım. Saplantı işte J

“Masumiyet Müzesi”…. Kitabın çıkması o kadar az zaman olmasına rağmen o kadar çok şey yazılıp çizildi ki, olumlu olumsuz. Gerçi kitap piyasa çıkmadan başladı eleştiriler. Elimden geldiğince tüm yazıları takip etmeye çalıştım. Kaçırdıklarımı ise dostlarım bana haber verdiler, sağolsunlar. Bu kadar yazılanlardan anladım ki; Orhan Pamuk’u sevenler gerçekten çok seviyor, sevmeyenler ise gerçekten nefret ediyor ve yazar ağzı ile kuş tutsa sevmeyecekler. Ne kadar üzücüdür ki, bu sevmeyenler da bu yazarın romanlarını okumazlar ve bu muhteşem roman okuma ve zevkinden mahrum olurlar.

Kitabın ruhuma bıraktığı etkiler hala devam etmekte; romanın kahramanlarıyla birlikte yaşıyorum hala. Öyle benimsemişim ve öyle içime işlemiş ki roman, çevremdeki insanlara bile roman kahramanlarının adıyla hitap etmeye başladım. Ancak, Nobel Ödülü alan bir yazarın bu romanında hayal kırıklığı yaşamadım dersem yalan olur. Gereksiz ayrıntılar ve cinselliği ön plana çıkarması, anlamsız tekrarlardan ve yer yer cümle-anlatım bozukluğu, özne-yüklem çatışması, bende yarattığı hayal kırıklıkları. Romanı kendi ağzından yazmış olması büyük bir başarı. Romancılık tekniğinde çok zordur birinci tekil şahıstan 592 sayfalık bir kitap yazmak. Bence bir aşk romanından daha çok bir kişinin içinde yaşamış olduğu takıntı durumunu işlemiş bu roman. Dili çok iyi kullanmış ama daha da sürükleyici olabilirdi. Özellikle 300–450 sayfaları arasında bir durgunluk var. Bu durgunluğun ardından tekrar akıcılık devam etmektedir. Karakter betimlemeleri çok zayıf. Ana karakter dışında hiç bir karakteri tanımıyoruz, yeteri kadar bilgi mevcut değil ne yazık ki. Bir de dikkati çeken, eşyaların gizemini oldukça güzel anlatması. Orhan Pamuk farkı burada ortaya çıkıyor bence.

Romanın konusuna gelince ki bence herkes biliyor ama ben yine birazcık bahsedeyim. 1975 yılları….Zengin bir ailenin 30 yaşlarındaki oğulları Kemal ile uzaktan akrabası olan, fakir, tezgâhtarlık yapan, üniversite sınavına hazırlanan 18 yaşındaki güzel Füsun’un arasındaki aşkı anlatmaktadır. Bu aşk zamanla hayranlığa ve bir takıntıya dönüşmektedir. Bu arada Kemal Sibel ile evliliğe hazırlanmaktadır. Uzun zamandır görmediği Füsun’a âşık olur. Hücrelerine kadar işleyen bu aşk hayatı boyunca onu terk etmez. Füsun’a duyduğu bu çok yoğun duygular, Sibel’den uzaklaşmasına neden olur. Ve bir süre sonra Kemal nişanı bozar. Kemal ve Sibel’in nişan gecesinden sonra Füsun ise kayıplara karışır ve Kemal deli divane bir biçimde Füsun’u arar. Bu aradığı zamanlarda yaşadığı duygular ise artık bir takıntı, saplantı olmuştur. Sonunda Füsun’u bulur ama artık evlenmiştir. Annesi ve babası ile birlikte yaşayan Füsun’un evine tam 7 yıl 10 ay haftanın dört gecesi yemeğe gider. Füsun’un Kemal duyduğu duygular ise biraz buğulu kalmış. Onun için en değerli varlığı, bekâretini vermesi, Kemal'e yoğun duygular beslediğinin işareti bence.

Roman Kemal’in ağzından yazıldığı için bazı satırlarda “acaba Kemal, Orhan Pamuk mu?” sorusunu aklınıza takılıyor. Bence kesinlikle Orhan Pamuk, kendini biraz da Kemal de anlatmış gibi. Çünkü bu kadar düşünce yoğunluğu ve bu kadar saplantılı, tutkulu bir aşk bence yaşanmadan yazılamaz gibi. İşte romancılık da burada başlıyor. Bunu hissettirebilmek, okuyucuya yazarın yaşamış olduğu bir gerçek yaşam olduğunun düşüncesini vermek. Bu yönüyle Orhan Pamuk’un, Balzac’tan etkilendiğini düşünüyorum. Çünkü Balzac’da sever böyle küçük oyunları.

Kitabın her bölümü benim için harikaydı. Çok severek ve yavaş yavaş okudum, bitmesin diye. Ama bir bölüm vardı ki, defalarca okudum ve her okuyuşumda ayrı bir tat, ayrı bir keyif aldım. “BAZAN”. Bu muhteşem bölümden birkaç cümle sizlere.

“……….Bazan Füsun’un elini hiç kimseye fark ettirmeden onbeş-yirmi saniye bakar, ona daha da hayran olurdum. …….Bazan, Füsun öyle güzel esnerdi ki, bütün dünyayı unuttuğunu ve kendi ruhunun derinliklerinden daha huzurlu bir hayatı, tıpkı sıcak yaz günü soğuk bir kuyudan kovayla su çeker gibi çektiğini düşünürdüm. …….Bazan, sırf Nesibe Hala –zeytinyağlı fasulyemi sevdiniz, bitmeden yarın akşam yine gelin!- dediği için ertesi günde onlara giderdim. ……Bazen, Füsun’un hayallere daldığını yüzünden anlar, onun hayal ettiği ülkeye gitmek ister, ama kendimi, hayatımı, ağırlığımı, masada oturuşumu çok umutsuz bulurdum. …..Bazan komşu çocuğu Ali’nin Füsun’un kucağına tırmanması, ona sokulması sinirimi bozardı. …….Bazan, Füsun üst kata çıkar, bir süre aşağıya inmez, bu da beni mutsuz ederdi……..Bazan, orada olduğumu unutur, sanki baş başaymışız gibi kendimden geçer, Füsun’a bütün aşkımı göstererek, uzun uzun aşkla bakardım……Bazan fırında makarna yerdik………..”

Masumiyet Müzesi sadece bir roman değil, aynı zamanda yazarın kurduğu bir müze. Kemal’in âşık olduğu Füsun’un dokunduğu tüm eşyaları bir evde toplaması ve bu eşyaları bir araya getirerek müze oluşturmuştur yazar Çukurcuma’da.

Ve benim için en önemlisi de; Kemal’in hissettiği bu yoğun, tutkulu aşkında kendimi buldum. Kemal’i o kadar iyi anladım ki….

Son olarak, ben bir Orhan Pamuk hayranı olarak tabi ki de herkese mutlaka ama mutlaka tavsiye ediyorum. Okuduktan sonra emin olun ki şunu diyeceksiniz; “işte roman bu!”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder