6 Aralık 2009 Pazar

(500) Days of Summer: Şişirilmiş baloncuk

Yönetmen: Marc Webb
Yazar: Scott Neustadter & Michael H. Weber
Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt, Zooey Deschanel
Tür: Komedi|Dram|Romantik
Yapım yılı: 2009
Süre: 95 dk.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce
IMDB Puanı: 8.1/10
Çavlan'ın Puanı: 6.9/10
Umut'un Puanı: 5/10

Film bir ilişkinin doğuşuyla değil bitişiyle açılıyor, anlatıcı bizi baştan uyarıyor: "Bu bir aşk hikayesi değil. Aşkla ilgili bir hikaye." -Aslında gayet de bir aşk hikayesi bence, karşılıksız aşk yalnızca. Bir oğlan ve bir kız var. Tanışıyorlar. Çocuk aşka aç duygusal bir embesil olduğu için hemencecik ve nedensizce (yok yok, haksızlık etmeyeyim, nedensizce değil, kız The Smiths seviyor diye) aşık oluyor. Kızda tık yok ama çocukla iyi vakit geçiriyor, kendine hem bir arkadaş hem de fuck buddy bulmuş oluyor. Böylece bir ilişkimsi başlıyor aralarında, sonra da bitiyor. Spoiler vermiyorum bunu yazarken, bitişinden başlıyor film çünkü, günleri sırasıyla değil, bir ordan bir şurdan bir de burdan anlatıyor. Günlerden kastım da çocuğun kendini Summer'e kaptırdığı günler (kızın adı Summer).

Summer zaten daha en başta, en sevdiği Beatle'ın Ringo Starr olduğunu beyan ettiğinde kendini ele veriyor: garip bir kızla karşı karşıyayız. Garip ama sevimli. Evet, film her ne kadar her şeyi bize Tom'un açısından gösterip Summer'ı ezmişse de; karakteri derinleştirememiş, hareketlerinin nedenlerini gösterememiş, sonuç olarak ortaya ortalama seyircinin "Vayyy kaltak, ne istedin gül gibi çocuktan?" diye tepki vereceği bir tip yaratmışsa da, sevdim ben Summer'ı. Sevmiyor işte kız Tom'u, sevmek zorunda değil ki. Olduğundan farklı biri gibi görünmüyor, ilişkinin sınırlarını daha başından belirliyor, ne istemediğini karşısındakine açıkça anlatıyor... Aşka inancı yokmuş, hayatı boyunca hayal kırıklığına uğramışmış, ilişkiler acı vericiymiş... Hasara uğramış adam tabii ki böyle düşünür. Ve hasara uğramış adam gerçekten aşık olduğu birisini bulup da onunla hasarsız bir ilişkiye başlayınca, tabii ki aşka tekrar inanmaya başlar. Bundan daha doğal ne olabilir ki?

Sanırım filmin sonlarında bankta otururken Tom'a çektiği 'kader kısmet' ayağıdır beni bu karakterden soğutan. Tamam aşka inancın geri geldi, mutlusun, karşındakinin incinip incinmeyeceğini de takmıyorsun, takmıyorsan da takma nitekim, bize ne... Ama ne demek kzım o 'meant to be'ler falan? En azından Tom akıllandı dedim, "Yok kader falan, tesadüf her şey, her bok anlamsız" diye çemkirmeye başladığında.. Ama o da ne? Üç kare sonra görüyoruz ki Tom Autumn'la tanışıyor, anladınız değil mi, Summer'dan sonra Autumn, ay hah hah kihkih, mutluyuz, çok mutluyuz, işte gene kendimizle özdeşleştirdiğimiz sakar, kendine güvensiz, entelektüel, zeki, şirin, duygusal olarak saplantılı ve hastalıklı ve dengesiz -ve tabii ki duygusal olarak 11 yaşındaki bir çocuğun olgunluk seviyesine eş- baş karakter yani Tom hak ettiğini buldu; çok daha güzel, alımlı, sevgi dolu, alçakgönüllü, sıcak ve elbette Tom'u sarıp sarmalayacak, onu sevecek yeni bir hatunla tanıştı, yeni bir mevsim başladı! Buyrun size bir tane daha 'meant to be'. Tabii ki "Bu da gelir, bu da geçer"e katılıyorum, "Senin için uygun olan onun için de uygun olmak zorunda değildir"e, "O çok gözünde büyüttüğün, uğruna ciğerlerin sökülürcesine ağladığın sevgili gün gelir sıradanlaşıp herkese karışır, bir bakmışsın daha iyisi kapındadır" filan fıstık... Aslında pek de bir özgünlüğü olmayan, hepimizin bildiği ama işte romantik komedi dediğimiz türde başından beri gerçeklikten son derece uzak ilişkiler görmeye alıştığımız için gene bu türe dahil (+sayılabilecek) bir filmde karşılaştığımızda kendimizi kaptırıp "ahh nasıl da yakın duruyor gerçek hayata!" diye iç çekeceğimiz fikirler. Ama filmin sonunda verdiği "her şeyin bir nedeni vardır" mesajımsısına göz yumabilmeme imkan yok.

Benim filmden çıkarmayı seçtiğim sonuç gayet açık ve de hoş: Gerçek aşk diye bir şey var kardeşim. Ama bu senin istediğin kişiyle olacak demek değil. Hatta senin başına gelecek demek bile değil.

Bir de şu her şeyi bilen, olgun mu olgun, büyümüş de küçülmüş kız çocuğu klişesine nasıl sinir oldum anlatamam, üstelik filmin -her ne kadar eleştirsem de- şirin bir havası var ve o kız bozuyor bu havayı. Onun içinde olduğu her sahne iğreti ve yapay duruyor. Ne gerek varmış ki?


Sonuç olarak (500) Days of Summer'ın türdeşlerinden farkı, anlatım tarzı. Ama bu tarz da fazla ordan burdan toplanmış geldi bana. Sanki yönetmen arka arkaya Eternal Sunshine, Before Sunrise, Conversations with Other Women ve Amelie'yi izlemiş, sonra da bunların bir kolajını yapmaya kasmış... Etkilenmeleri kabul edebilirim, ama açık açık apartma gördüğümde cinlerim tepeme çıkıyor. Oğlanın TV'de kendini siyah-beyaz filmlerde hayal ettiği sahne nedir allah aşkınıza? Ne filmin gidişatına uyuyor, ne de orijinal ya da hikaye için gerekli bir şey söylüyor... Üstelik film fantastik bile değil! (Amelie fantastikti evet) Sadece "Eksik kalmasın, Juno'dan sonra bağımsız filmlerin nasıl tutacağını gördük, o formülü izleyelim ama bizde o malzeme var mı? N'olur n'olmaz şurdan bir sarmal kurgu, oradan bir split screen, buradan bir Indie soundtrack alalım, gene de yetmez belki, o zaman bir-iki şeyi de hacılayalım" demişler sanki.

Zekice yazılmış bir romantik komedi (ama romantik komediler için Hollywood'un her zamanki formülünü uygulamayan bir romantik komedi) diyebiliriz buna. Ama hepsi bu, başka bir şey diyemeyiz. (500) Days of Summer'a 10 üzerinden 6.9 veriyorum. Yuvarlak hesap 7 oluyor o :) Diyeceksiniz ki "Yerden yere batırıp durdun, nedir o 7?" Şayet bu film bu kadar şişirilmeseydi, IMDB'den o 8.1'i almasaydı, tanıdığım tanımadığım herkesten "Ahh müthiş bir film, herkes kendinden bir şeyler bulacak, günümüz kadın-erkek ilişkilerine dair öyle orijinal söylemleri var ki!" gibi laflar duymasaydım, beğenirdim (500) Days of Summer'ı. "Ne şirin filmdi," derdim bitince, kaldırırdım sonra bir köşeye, unuturdum anında, tekrar izlemek ya da eleştirisini yazmak aklıma dahi gelmezdi. Gelmezdi, çünkü ne kadar hoş bir seyirlik olsa da, aşka dair "Ikea'ya gidip lavabolarla ilgili şaka yapabilirseniz aşıksınızdır, işte günümüzün ilişkileri, bakın bakın ne hoş anılar biriktirmişler"den başka bir şey yok filmde; kimse 10 yıl sonra bu filme bakıp da "O zamanlar kadın-erkek ilişkileri böyle yaşanıyordu işte" demeyecek. Evet, oyuncular/oyunculuklar çok başarılı, zamansal olarak düz çizgide ilerlemeyen kurgu zaten oldum olası hoşuma gitmiştir, soundtrack'i harika, klasik aşk hikayelerinden elbette farklı, ama.. Eternal Sunshine gibi bir başyapıtla karşılaştırılabilecek, IMDB'ye top 250'den girebilecek, tekrar tekrar izlenecek bir film değil. Özgün bir film bile değil. Özgün olmaya yakın bir film denilebilir en fazla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder